26 Mayıs 2012 Cumartesi

Diyarbakır bir kent olarak nasıl yazılmalı... Bir yazar, bir yazı yazmadan önce nasıl yaşar... Yazar, yaşam yapıt üçgenidir bu...


  Yazarlar  ve kentler diye, ortak bir konu başlığı altında ne yazılabilir?

Böyle düşünerek o metnin tasarımıyla dışarı çıktı yazarımız. 

Kentin bir nabız gibi vuran Gazi Caddesinde yürüdü.

Yaşayan her yazar yer içer ve soluk alır verir.
 
Bir yanda yazarımız düş kuruyor..

Diyarbakır yaşamı için yol alıyor hem de. 

Sağlı, sollu tatlıcı kazanları, kova kova, raf raf, vitrinler şeker kokuyor.

Her yola çıkışı gibi burada da  zihinsel bir etkinlik var: Diyarbakır diye sayıklıyor.

O ara doğal bir dünyada yaşıyor yazarımız.

Nesnel koşulları aşıyor ve ilerliyor ağır ağır.

Geldiğinden bu yana, bir kent olarak Diyarbakır.. diyor.

Evet nasıl yazılmalı Diyarbakır diye... 

Felsefi bir sorunsalla uyuyor, uyanıyor yazarımız.

Felsefi ve hem de sorunsal olanlar saklı dursunlar.

Şimdi güncel bir dünyada soluk alıp vermeye çalışan bir yazar var. 

Ateşi 38'e vurmuş, aç ve susuz bir yazar, nasıl yazar, nasıl düşünür?

Sıcak bir çorba arayışı peşinde koşan yazarımız, bir aşhane bulmak üzere Gaziler Caddesi’nde ilerliyor. 

Sağa sola görsel açılım yaparak somut ortamı tanımaya çalışıyor.

Hemen orada ve işte hayat şalgamı var. Bir bardak içse belki ateşi düşecek. 
  
Fakat hayır, ona dağlar kadar uzak çok uzak o şalgam hayat.

Bir sonrası yol kıyısında dut ağaçları. Serçe gibi çocuklar...

Dut yapraklarında bahçelerden ballı dudu, karadut... Reçeli uzun ömürlü ilaç olur...

Dut yapraklarından salkımlar gibi çocuklar, sinileriyle oradalar.

Dut bahçeleri deyip geçme! Diyarbakır ağdalı reçineleri bunlardır.

Diyarbakır'daki ağaçların büyük bölümü dut ağacıymış...

 
Bu tadı yaşamın karadut ağacından...

Onu oradan alıp, ağız tadıyla yazınsal metnin içine katmak ister yazarımız. 

Çileci bir yazar, bir yaratıcı, bir düşünür için kolay bir durum değildir bu. 

Yol boyu,  kent olarak Diyarbakır nasıl yazılmalı sorunsalını düşünedurun.

Sizi çağıran dut salkımlarının tadını, dut yemeden damağınıza duyurun! 

Olur mu, orada biraz durun! Bakın ne oluyor?

Şöyle ki,  yol boyu dut sepetleri sizi çağırır. 

Fakat bundan önce bir tas sıcak aş ister yazarımız.

Çünkü açlık çekiyor ve anlık yaşamı savunuyor o an.

Evet, o arada hem kendi bireysel yaşamını savunacak...

Öteki yaşamların katıklarına katkı, sözcük sözcük bir parmak bal sunacak.

Bu bal da öyle anlık ve bölgesel, yerel çiçeklerle yetinen bir bal olmayacak.

Bakın burada bir de meşhur şerbetçi var! Yerel bir tad.

Evet, fakat evrensel tadlar da olsun damağınızda...

Yerel edebiyatla yetinen okurlar için tamam.


İyi de evrensel tadlara nasıl ulaşılır?

Yazarımızın böyle felsefi bir sorunsalı daha var. 

İşte bu sırada mercimek kokusu uzaktan cazibeli bir oyun gibi geldi.
 
Aslında yazarımız düş görüyor. 

Çocuklar gibidir çokluk onlar da düş görür ve fakat... 

İşte bu çocuklar gibi ne yer, ne içer yazarlar da.. hiç düşündünüz mü?

Çileci bir yazar için kolay olmayan bir durumdur bu...

İşte bundan sonra kent olarak Diyarbakır nasıl yazılmalı...

Önemli bu sorunsal, ağız tadıyla keşif masasını bulur..

Şöyle ki yeme, içme ile yaşamı savunmak...

 Üstelik yabancı bir kentte hiç de şakacı değildir...  

İşte orada 'Güzeliş Lokantası'...

Bir yazar, bir yazı yazmadan önce nasıl yaşar... Yazar, yaşam yapıt üçgenidir bu...

Diyarbakır'da, Gaziler Caddesi'nde her akşam, saat 20:00'de sağdaki ilk masa, (bir tas mercimek aş/ı işte limon tabağıyla orada görünüyor) yazarımızı bekler durur.

Sahibi Mehmet Bey yazarımıza: 'Nerelisiniz' diye soruyor.

Yazarımız: 'Urfa doğumluyum' diyor. Mehmet Bey gurur duyarlı bir sesle: ' Maşallah' diyor.  

Şöyle ki ne ailesinde ne de baba memleketinde bu duyarlıkla seslenmedi nedense ona kimse.

İşte böyle içten bir aidiyet saygısı da var Bakır Diyarı olan bu ülkede.

Bu ses, yazarımızı daha dik durmaya ve hiç eğilmemeğe davet ediyor...

Mehmet Bey'i daha önce tanımamıştı yazarımız. 


Topu topu üç beş gün önce bir tas mercimek aşı önünde tanıştılar.

Elli yılı aşan, üç kuşak.. dededen toruna ulaşmış, Güzeliş Lokantası. 

Yazarımız ceketini iliklemiş poz veriyor.

Aslında bir yandan da içi üşüyor onun. 

Otuz sekize vuran ateşi hiç belli değil.

Böyle delikanlı bir kentte, sarsılmadan dimdik ayakta vurulmak var. Olsun!

Limonu sıkınca, sütlaç gibi koyulaşan ve yazarımızı koruyan bir de mercimek aş/ı da var şimdi masada.

Kafasında etik bir konu, Diyarbakır nasıl yazılmalı sorusu orada dursun... 

Karsı'ı, Muğla'yı, Beyoğlu'nu, Kapadokya'yı, BenAras'ı, Berlin'i, Stockholm'u, New York'u, Guatemala'yı.. onlar gibi yüzlerce nasıl yazıp geçtinse.. işte Diyarbakır'ı da yazarsın diye, bir ses işitti, orada Urfa'da yatan anne sesiyle. 

Şizofreni mi başladı diye irkilirken, aradan yetmiş yıl geçmiş anne gideli dedi, kendi kendine... 

Yetmiş beş yıl önce bir şafak vakti doğduğu kente, Urfa'ya geçecek yazarımız şimdi...

Kafasında çalışkan guguklu bir saat gibi şakıyan bir de bu var.

Bir yazar, nasıl yaşar ve nasıl yazar; sahnenin arkasında ne var, söylemez hiç bir yazar bunu...

İşte bu yazar başka yazar, sizlere sırlarını açıyor, buyurun dilediğiniz gibi okuyun onu. 

Fakat bir uyarı da var burada. Bütün büyük yazarlar böyledir, korkmazlar sahnenin arkasını yazmaktan...

Az önce Ahmet Arif ve Cahit Sıtkı Tarancı Müzeleri'ni sıyırıp geçti.

Evet bunların yanında paralel koşan ironik ve paradoksal bir yaşam kulvarı daha var.

Yazılmaz olan ironik bir metin... Ona da sıra gelecek...

Sevgi ve içtenlik...

Tekin SonMez,  26 Mayıs 2012, Diyarbakır.

29 Şubat 2012 Çarşamba

Mariland'da, bir öğlen vakti..Ashley ve Tommy Oliver'in düğünü ve Ayla'nın görevi....

Ayla düğünde görev alacak, önhaberi yapmıştım. Ayla şimdi görevini yapıyor. Yere sağlam bastığını ayaklarının duruşundan anlıyoruz.

Orada Ashley'in yanında duruyur ve çiçeklerini düzeltiyor. Ayla bu işte. Kendi buyruğunu kendisi verir.

Oysa bakıyoruz geleneksel bir törende Ashley bir ezgi söylüyor ve öteki yardımcı hostes de bu töreni izliyor. Ayla ise çiçeklerini düzeltiyor.

Ayla böyledir, çiçekler düzenli olmazsa olmaz. Çok titizdir. Annesi diyor ki bu titizlik bana birini anımsatıyor. Ayla'da soruyor: Kiimm?

Ayla'nın görevinin ne olduğunu anlamak için, filmi biraz ileriye saralım.

Gördüğünüz gibi Ayla en önde geldi yanıdaki abla ile.
Şimdi biz konumuza dönelim.
Bundan önce neler oldu?
Başka bir kente gittiler.
Ayla yolda uyudu, dinlendi.
Arabada uyur evde uyumaz.
Bu olay şöyle gelişti.
Bir gün dedi ki:'
Anne öğlende neden uyuyayım?
Büyümen için, dedi Annesi.
Ama, ben büyüdüm, dedi. Yerdeki ağır bir kutuyu kaldırdı havaya.
Bak, dedi. Taşıdı biraz öteye bıraktı.
İşte olanlar o gün oldu. Yaşlılar gibi öğlen yemeği sonrası uykuları yok artık.

Genç, dipdiri koşuyor ve her şeyi düzeltiyor, yerleştiriyor. Neden uyusun? Gördüğünüz gibi sağdaki fotoğrafta yine koşuyor. Gelin Hanım, Ashley ve onun nedimeleri arkada.
Ayla önde koşuyor işte... Çiçekleri elinde yüzünü fotoğraf çekenlerden gizleme gibi bir huyu da var. Kime çekti, diye Annesi soruyor.

Konuyu dağıttık! Evet, filmi geri sardık ve Amerikan filmlerindeki gibi düğün yerine geldik. Ashley ve onun eşi Tommy Oliver'in düğünü öncesi Ayla bahçeyi suladı, demiştim. Meraklısı için adresi: http://friendostekinsonmez.blogspot.com/
Olay orada durmadı.
Ashley ve nedimesi fotoğraf çektirdiler.
Ayla hemen o karede yine çiçekleriyle ilgileniyor. Orada gördünüz mü?

İşte size Ayla'yı tanımalayan pastoral bir görüntü.
Gelin ilgisini çekmiyor.
Beklentisi yok.
Kendi dünyası ona yetiyor.
Çağımızın kendine yeten kuşağı.
Zaman nasıl geçti..
Bir baktık Ashley ve Tommy...
Arabada tur atıyorlar...
Biraz sonra dans yapmalarını izleyeceğiz.
Siz olsanız ne yaparsınız?

Ayla'nın ne yapacağını düşünelim.

Ayla'yı kimse dansa kaldırmıyorsa...

İşte gördünüz... Kendi dansını tek başına yapar Ayla...

Ne Nnnesinin şurasına burasına sarılıp huzursuz insan rolü oynar ne kendini yitirip abur cubur şeyler yiyerek midesini bozar.

Fakat dans denildi mi...

Bakın dans denildi mi durum değişir. Ayla medeni cesaretini gösterir ve çıkar dans eder tek başına.

Orada onun yaşlarında ikinci birisini görmedim dersem şaşırmayın ha...

Dans dedim de, dans denildi mi falan, dedim de, bu durum bana da birini çağrıştırıyor!

Bir de şu var! Ayla için soru tükenmez.

Bir de Ayla'nın annesi var, sıra onun şimdi.

Ayla bu fotoğrafı destelerin arasında çıkardı bu sensin, dedi.

Ben de anne olacağım, dedi.

Ayla'nın Annesinin fotoğrafı işte...

Fakat ne oldu, biliyor musunuz?

Ayla, Annesine sordu.

Anneciğim bu adamlar kim?

Onlar benim amcalarım! Benim babamın kardeşleri. Ayla durur mu?

Benim babamın mı?

Yok, büyükbanın kardeşleri...

Büyükbabacığımın kardeşleri... ama yoklar... neden yoklar?

Annesi bu soruları işitmemişti galiba.

Ayla'nın Annesi de Ayla'ya sordu.

Ben sana benziyor muyum?

Ayla da bunu işitmedi ve dedi ki: nerede onlar şimdi?

Ayla bir daha sordu; ama neden onlar.. neden seni unuttu mu?

Sen onları unuttun mu? Annesi çok meşguldü o sırada... telefon durmuyordu... Pitaya kırmızı koltuğun üstüne çıkmış, pencereden dışarı bakarak bağırıyordu...

O sırada üçü de birbirini işitmiyorlardı...

Oradan, düğünden ayrılmadan önce bir şey daha oldu, ben de onu unutmadan söyleyeyim.

Gelin pastasına Ayla el sürmedi... Söylemiştim, o saf çikolata olmazsa yemez. İyi bir de burnu var.

Yemeden önce şöyle bir eğilir bir bakar, dilinin ucuyla dokunur hafifçe.

Fakat bu kez Ayla'nın beklemediği bir şeydi ve onu geri çevirmedi, izliyorsunuz...

Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez, MD, Mayıs, 2012

20 Şubat 2012 Pazartesi

Ayla Harita ve kitap okuyor. Ayla neden harita okuyor? İşte burada etkin ve aktiv insan öne çıkacak...

Ayla’nın dinazorlar öyküsüne varmadan Ayla'nın harita okuma merakı öne geldi.

Ayla harita okumak ve haritalarda yön bulmak için çalışıyor. Bir önceki haberde kent ve yeni insan başlığı altında, yeni yepyeni kuşak temsilcisi Aylayı sunmuştuk.

Orada kent ve insan öne çıkıyordu. Kentte çalışma hızı yüksektir.

Köy toplumu ile kent toplumu açısından bir fark var değil mi?

Kent, bir hız ve hareket merkezidir.

Uzay ve bir galaksinin merkezi...

Yeni yaşamın merkezi kenttir.

Kent ülkenin yönetim merkezi olur.

Yüksek algı gerektirir kent yaşamı.

İnsan bu hıza ayak uydurmak zorundadır.

Ayla da bu hıza ayak uydurmak isteyenlerden bunlardan birisi.

Yeni doğanlar bu açıdan yaşama hazır olmalı. Koşmayı zamanında öğrenmeli.

Ayla'nın annesi de kent doğumludur.

Hemen bir ayraçla Ayla'nın annesinin İstanbul doğumlu olduğunu söyleyelim.

İstanbul'da doğmak! On beş milyon insanın yaşadığı bir kentte...

Hem de üç imparatorluk görmüş bir kentte. Dünyada ikinci benzeri yok.

Böyle olduğu için belki de Ayla'nın annesi de hızlı düşünür.

Ayla'nın babası da kent doğumludur.

Onlara da sıra gelecek. Ayla'yı tanıyalım derken bakın nerelere geldik!

Böyledir işte, bir konuya girince, okumayı da biliyorsanız o konu çeker götürür sizi.

Biz yine Ayla'nın harita okumasına dönelim. Ayla neden harita okuyor?

İlginç soru değil mi? İşte burada etkin ve aktiv insan öne çıkacak.

Nedir etkin ve aktiv insan? Harita okumayı bilmeyen on binlerce insan var.

Bir de çağın dinamikleri ve yeni insan var.

Daha küçük yaşta yüksek yakıt kullanmaya hazırlanan bir beyin sahibi olmak...

Yaşadığı koşullara ayak uyduran ve o koşullarda ayaklarının üstünde duran insan.

Daha küçük yaşlarda buna hazırlanmalıyız.

Örnekse, bu satırların yazarı, neden iki dili aynı güzellikte yazamıyor, konuşamıyor?

Ayla da işte bu koşullara hazırlanıyor. İki dilde düzgün konuşmak ve yazmak...

Yaptıkları, kent insanı için doğal şeyler.

Tümü bu kadar değil, Ayla kitap da okuyor...

İvedi davranmayalım. Sıra o konuya da gelecek...

Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez, MD, 06 Şubat 2012

Önemli not:
Geçen aylarda İsveçli dünya rekortmeni yüzücü Therese Alshammar konusunda yazdım.
Bir çocuk gelecekteki başarılara nasıl hazırlanır...
Baba ya da anne neler yapabilir...
bu yazıyı okuyunuz lütfen.ts.
http://stockholmtekinsonmez.blogspot.com/

2 Mart 2011 Çarşamba

Kars Platosu'ndan Doğu Ekspresi ile Ankara'ya gireceğiz. Cemal Bey, kardeşi Kemal Bey yan yana yerde oturuyorlar 1936.. Sarıkamış...

Kars Platosu, Sarıkamış, Ankara ekseni üzerinde iz süreceğiz demiştik.

Cemal Bey Efsanesi yeni doğan Başkent üzerinde yükseliyor, diye söze ara vermiştik.

Ne oldu? Ankara, 1950’ler ve Cemal Bey Eefsanesi’ne ne oldu?

Renkli bir hayat yaşamış, 1924 doğumlu Cemal Bey, unutulmuş bir fotoğrafı koşturur.

Sarıkamış 1936 blog dizisi de işte yine buna benzer nedenlerle bu satırların yazarını konuşturur.

Bu efsanede çok şey var. Ankara’ya bir yoldan gireceğiz, demiştik. Evet!

Bir roman nasıl yazılır, derken, bunlar Ankara tarihi için başlangıç noktası olabilir.

Değerli İzleyici,

Ankara, bugünkü haber yazı, denizin ortasında yükselen bir ada gibi tarihe dönük bir çerçevede işliyor.

Cemal Bey Efsanesi önhazırlık, başlangıç yazıları olarak şu bloglarda sizleri bekliyor...

İlkin http://edebiyattekinsonmez.blogspot.com/

Ardılı blog; http://karstekinsonmez.blogspot.com/

Dönem öyküleri için birinci derecede kişilere gidemiyoruz. Onlar yok!

Örnekse en üstte (1950) eşiyle yan yana halası Fatma Hanım ve fotörlü Cemal Bey yok.

Örnekse en alttaki grupta (1950) Selahattin Bey, büyük hala Fatma Hanımın oğlu yok.

Fotörlü, otuzunda ticaret ve bürokrasi içinde olan Cemal Bey bugün yok. Ne oldu?

Müzik tutkunu, TRT Ankara radyosunda tarım programında yıllarca konuşan, sesi güzel arıcılık uzmanı... Nerede?

Üstte (1950) gördüğümüz fotörlü, 1920’lerdeki Hollywood aktörü görüntüleriyle yansıyan Cemal Bey yok bugün.

Cemal Bey 1924, Sarıkamış Bardız, Kars doğumlu.

Anlatılmaya değer çocukluk günleri ve Ankara Ziraat Fakültesi...

Çok farklı nüfus hareketleri Ankara’yı merkez yapmış durumda.

Ailenin dört nala koşan atlısı, o günler ailenin en yüksek uçan kanatlısı Cemal Bey.

Cemal Bey, 1950 başları ya 40’lı yılların sonunda Ankara’da.

Lise mezunu bir genç ne yapar Ankara’da?

Yirmi beş yaşlarında Ziraat Fakültesi mezunu olur.

Ankara, onunla Ankara olur. Bu bir anlamda Cemal Bey’in Ankara’sıdır.

Öykü kahramanları Ankara sahnesinde birer birer rol aldılar o yıllarda.

Anlatı olarak geride ne kaldı, diyeceksiniz. Bakın rol dağılımı yeni başladı.

Sinema tekniği gibi olayı geri sarıyorum.

Cemal Bey, kardeşi Kemal Bey yan yana ikisi de yerde oturuyorlar Sarıkamış 1936'da.

Ayakta ardılı iki kardeş; Kerem Bey ve Celal Bey sırasıyla ikişer yaş var aralarında.

Altı erkek kardeş, üç kız kardeş... şimdi neredeler?

Geçmiş işte bu fotoğraflarda durur. Yol ayrımları da örtüşen, ayrışan yanlar da olur.

Sağda (1936) bağdaş kurmuş çocuk grupta sol başta (1955) durur.

Değerli İzleyici,

Sağda 1924 Sarıkamış doğumlu Cemal Şenocak, 1936’daki o fotoğrafta on iki yaşındadır.

Bu fotoğrafta gördüğünüz on iki yaşındaki köy çocuğu Cemal Bey... Tahmin edin bakalım!

Yeni oluşan Ankara ticaret burjuvazisi ya da Türkiye bürokat burjuvasi içinde yer alacak mı?

Bu projenin birkaç ayrı hedefi var. İlk anlatıda değindim.

İlkin düz bir koşu. Sonra virajlar, çakışan ve ayrışan yollar öne çıkacak.

İlk hedef; bir aile ve Kars Platosu'ndan yola çıkan nüfus hareketleri ile Ankara tarihi için bize bazı anektodlar verecek.

Cemal Bey Ankara yüksek bürokrasi çevresine yükselir.

Cemal Bey iki kulvarda aynı anda koşar.

Mekik gibidir bu koşular. Sakin tırmanır, serinkanlılıkla yolunda ilerler.

Birisinden hız alır, tekerlek patinaj yapmadan gövde bir ötekine sıçrar.

Şöyle ki potansiyel enerji, bir anda kinetik enerjiyi de üretir.

İniş bu teknikte yoktur. İnişi de başka bir yükseliş için ortaya çıkar.

Cemal Bey, Ankara yüksek bürokrasi çevresinde Ziraat Bakanlığı kadrosu ile geleceğini hızlandırır.

Ankara ticari burjuvazi kesiminden Sevim Hanım'la evlenerek, Türkiye'nin geleceğinde sağlam yerini alır.

Vagonun birisi inerken, ötekini yukarı çeker... Bir tahtaravalli gibi Cemal Bey ne yaparsa yapsın hep yükselir... Evet!

Tünelin sonundaki bir nokta ışık gibi beliren bakanlık koltuğuna doğru vakur adımlarla tek başına ve modern bir Gandi gibi pasif/etkinlikle ilerler.

(Sürecek)

Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez, Stockholm, 2 Mart 2011

ilk fotoğraf; 1950, Ankara
ikinci fotoğraf; 1955, Ankara
üçüncü fotoğraf; 1960,
dördüncü fotoğraf; 1936 Sarıkamış, sol köşede oturan Cemal Bey,
beşinci fotoğraf; 1936 Sarıkamış Cemal Bey
altıncı fotoğraf; 1955, Ankara

17 Şubat 2011 Perşembe

Tarih nasıl yazılır? Bardız tarihi nasıl yazılır? Kağıttan şatolar, kartondan kuleler, buzdan bir kale kenti Bardız tarihi diye yola çıktık!

Bardız tarihi yazmaya kalkışmak cesaret ister! Cahil, cesur olur diye bir söz de var! Gerçek mi?

Kimilerine göre çok, çok kolay! Cesaret ilkin sağ köşedeki fotoğratı tanımaktan değil, onu anlamaktan geçer?

Kimdir bu? Neden ata binmiş ve neden o cazibeli görüntüyü vermiş?

Kız kaçırmaya giden bir atlı mı, yoksa okula gitmek için at binen bir ağa oğlu mu? Olsun!

Bu yol sırlı efsanelere iz süren, hızırın rüzgarını terkiye atmış kır atlının öyküsünü gerektirir.

Bir de erken yaşlarda gönül verme, ilkokul sıralarında bir Romeo öyküsüne hazırlanma serüveni olur.

Her Romeo bir Juliet gereksinir! Bunu nerede bulacağız? Bakın bir bu eksikti!

Kağıttan şatolar, kartondan kuleler kenti Bardız tarihi diye yola çıktık! Karşımıza bir atlı çıktı!

Bir de William Shakespeare adlı piyes yazarı, Romeo ve Juliet diye bir eser kaleme alıyor.

İyi de biz Bardız Tarihi’ni William Shakespeare piyeslerinden mi öğreneceğiz?

Öyle değilse eğer.. iyi de biz Shakespeare'den beş yüzyıl sonra mı yazacağız, Bardız Tarihi’ni?

Yaşamın cilvesine bakın siz! Bu atlıyı geçersek, daha doğrusu bu atlıyı savuşturursak belki birkaç satır dökülür ortaya bu kalemin ucundan.

Bardız/Bardez tarihi de sır olmaktan çıkacak ve bu satırların yazarına arkeolojik definesi ile açılacak.

Hani sırlarını, masallarla yarışan esrarını verecek ya, Bardız da bu satırların yazarını beklemiş demek...

Orada bir sevda baladı söyler gibi ağzını yarım açık tutuyor kır atlı.

Ne yapalım! Bu görselliğe zom yapalım! Yakın çekim yapalım. Yaklaştırdık işte!

Zaloğlu Rüstem gibi, Bardız'dan içeri girenlere karşı koyacak dersiniz hani!

Sağ yumruğu yarım havada ve ayak üzengide, dizginler elinde; sıkmış onu, at binicisinin altında oynar!

Binici de bunu biliyor. Bu nedenle atın yeleleri havalı. At sırtındakini tanıyor. Çok bakımlı bir at.

Belli ki bu atlının cirit atmak gibi bir derdi de yok.

Onu da yapar ve Kars Platosu yarışına da çıkar.

Şimdi bu ata ve atlıya biraz daha yaklaşalım! Atın dizginleri gergin.

Yeleleri dik, kuyruğu fırçalanıp taranmış, kaşağılanıp parlatılmış bir at. Kır at dediğin de böyle olmalı!

Bardızistan'da kır ata binmek için, sırla sırlanmış farklı bir yoldan gelir insan.

Bu doğanın atı daha çok dor, yağız olur. Bu kır at da nereden çıktı? Orası Çamlıbel mi?

Köroğlu'nun kır atı sanki, şahlanacak ve... rüyada olan periyi alıp gelecek.

Durun bakalım! On yılı var!

Değerli İzleyici,

Bu fotoğrafa nereden bakacağız? Yıl, 1940-45 arası olmalı.

Tamı tamına on yıl bekleyecek bir at ve atlı var...

Bardız Tarihi dedik, bu kır atlı yolu kesti. Geçemiyorum!

Bu at bu ergeni uçuracak! Görüyorum!

Ne yapabilirim?

Onun karşısına öteki fotoğrafı çıkarırsam, oradan geçebileceğimi cinler haber verdi! Olsun!

Biliyorum, bu genç, on yıl bekledikten sonra bendini taşmış su gibi, bu kır at ile o yakaya geçecek!

Şöyle ki, Shakespeare ile, Romeo Juliet trajedisi benzetmesi, çağrışımı olmasın.

Hiç de değil!

Aileleri düşman iki gencin ölümü göze alışlarını Shakespeare (1564-1616) bu klasik eserinde anlatır.

O sağdaki kır atlıya soralım isterseniz! Kahramanımız ne diyecek?

Kendisine soracak olursak, şöyle o kır atın üstünden bakan atlımız, diyecektir ki;

‘On yıl ne ki, 20 yıl bile beklerdim….’ İşittiniz mi? Yiğit dediğin de böyle olur.

Böyle bir öykü işte. Kızın babası, ağabeyleri on yıl sonra gel, diyesi olmuşlar da...

Hani, bu kır atlı da, hadi canım, sizde diyerek, o fotoğraftaki güzellerden bir başkasını terkisine atıp bir masal kahramanı gibi geçip gitmiş...

Olacak şey mi! Şimdi bu bilmecenin ikinci aşaması geldi.

Aslında konunun en civcivli yeri de burası.

Size göre solda Bardızistan güzelleri... Bilin bakalım hangisi? Evet birisi!

Kır atlıya sormayın! Bakın bu fotoğraftaki bir sır da, Bardız Tarihi'ni anlatır.

Bir gizdir bu. O kır atlı birisini gözüne kestirir ve on yıl bekler onu. İyi bakın onlara!

O çağ koşullarında, bugünkü çağdaş huriler sanki!

Yıl 1950 falan. Ne olsun? Şu olsun! Gönüller şen olsun!

Şen olasın buzdan kristal saçaklarıyla Bardız Kalesi! Gökten üç elma düşsün mü? Kalemin mürekkebi kurumazsa o da gelecek...

Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez, Stockholm, 17 Şubat 2011

28 Aralık 2010 Salı

Kars Platosu, Batı'ya dönük nüfus hareketleri ve ‘Soyaile’ Başkanı Sayın Ahmet Raci Göktaş ile söyleşi, yaklaşık yüz yılı kapsayan bir süreç...

İşte bu kez böyle etkin aktif bir efsane düşü ile yollardayız, Ankara'dayız ilkin.

Sonra Kars Platosu, romantik anlatı ortamı gündemde. Nasıl oldu? Şöyle oldu?

Geçen yüzyılın ilk çeyreğinde başlayan ve ikinci çeyrek dolmadan hızla atak yapan Batı'ya dönük nüfus hareketleri.. boş kalan köyler ve farklı insan dalgaları ile Kars Platosu insan haritasına bir damga vuruyor. Evet!

Soruyorum; Bu satırların yazarına göre boş kalan köyler ve farklı insan dalgaları ile Kars Platosu insan haritasına damga vuran bir şey var. Bu nedir? Yineliyorum!

Batı'ya dönük nüfus hareketleri... İyi de nüfus hareketleri neden Batı'ya dönük?

Bakın işte size bir araştırma konusu daha!

Değerli İzleyici,

Şimdi yukarıdaki sözün altını elbirliği yaparak dolduralım! Tarih bilinci adını koyalım!

Bir kez duygusal değil, şunu kesin bir tarih sınırı olarak ussal planda ortaya koyalım!

Tarih bilinci olmayan toplumlar sınırları ve ‘nüfus hareketleri’ni ‘keyfi’ bir açıdan buğulu, bulutsu bir ufukta 'muğlak' görmek isterler ve görürler.

Çok basit bir soru daha! Kars Platosu'nda geçen yüzyılın ilk çeyreğinde neler oldu?

Bu sorunun yanıtı çok kolay! Ekim 1917 tarihi sınır çizgisidir.

Kars Platosu bu tarihe dek Çarlık Rusya toprakları olarak adlandırılır.

Burada gündem olan Kars Platosu anlatıları, bir ucu ile Ekim 1917 ‘Bolşevik Devrimi’ öncesine gider.

Bir ucu ile bugünkü evrilmeler içinde yar alır.

Araştırma ve keşif masamızda çekirdek bir aile var. Anne, baba ve iki erkek, üç kız beş çocuklu bir aile.

Bu çekirdek aile, doğum tarihleri ile Çarlık Rusya sınırları içinde görülüyorlar.

Bu ailede beş çocuktan en büyükleri olan Fettah Bey... Tarihsel perspektif içinde bir efsanedir.

Yüzyılın başlarıyla bu ailede lokomotif olmuş Fettah Bey konusunda, elimizde yeteri kadar bilgi ve belge yok.

Değişik söyleşilerle, dar alanda fotbol oynayan bir topçu gibi kimileyin santrafor kimileyin kaleci gibi, on bir kişilik takım yerine kan ter içinde tek başına bir koşu tutturdu bu satırların yazarı, gidiyor. Bakın şurası çok önemli!

Daha 1920’ye gelmeden ailenin çekici gücü, lokomotifi olan Fettah Bey’in oluşum evrelerini de içeren genç söylenceler dönemine, şöyle ki gençlik efsanelerinin arkaplanına bakmadan edemiyorum.

Fettah Bey’i varoluşturan ve aileye ve topluma hazırlayan hem çevrede hem de evlilik önceleri çekirdek ailede, Fettah Bey’e karizmatik önderliğinin temelini sağlayan bir eğitimi var.

Bu eğitim iki dilli, çok kültürlü bir yaşam gustosu içeriyor.

Bu eğitimin iki dilli olma koşullarını ona hazırlayan sosyal, siyasal ve ekonomik tabloya bakalım.

Şurası bir gerçek, bu koşulların merkezinde kargaşa ve büyük bir kaos var.

Şöyle ki; Osmanlı'nın çözülüş, çöküş yılları, periyodik evrelerle Kars Platosu'nu saran ve uzun yıllar süren belirsizlik rüzgarlarının şiddetle estiği; sosyal/siyasal/ekonomik güçler dengesi planında; Batı'nın Doğu uzantısı Hıristiyan Çarlık Rusyası ile Orta Doğu'nun Batı uzantısı İslam Şeriatçısı Osmanlı'nın kamplaşması ile Kafkasya'da yaratılan boşluğun hangi güçler tarafından doldurulacağının kestirilemediği yıllar; Doğu'dan Batı'ya süren nüfus hareketlerinin arkasında bu kaos var.

Daha önce yayımladığımız Keramettin Bey ile yapılan bir söyleşiden alıntı;
'Ninem (Mahbube Hanım) fevkalade ileriyi gören bir Osmanlı kadını.. Rus okulu açılınca rahmetli ninem babamı okula gönderiyor. Babam, Bardız Rus ilkokulunu bitiriyor. (Bkz: http://karstekinsonmez.blogspot.com/21 Mart 2010)

'Öğleden önce Osmanlıca, öğleden sonra Rusça. Rus okulunu Bardız’da iki kişi okuyor, birisi babam. Karahamza’da Rus Ortaokulu var. Sarıkamış yakın, ninem babamı oraya gönderip ortaokulda okutturuyor, ortaokuldan mezun oluyor.'(Bünyan, 24 Temmuz 2008)

Görüleceği gibi, Fettah Bey’in oğlu Keramettin Bey’in, her tanımlamasında, "ninem babamı Rus okuluna gönderiyor," vurgusu var.

Baba Şerif Efendi ve anne Mahbube Hanım konusunda çok fazla belge ve bilgi yok elimizde.

Bununla birlikte Mahbube Hanım modern bir anne gibi ilk oğlu Fettah Bey (sağda tek erkek kardeşi ile) için aile olanaklarını seferber etmiş.

Anadili/yaşam dili olarak Türkçe, 'öğleden önce yazılım Arap-Abecesi-Osmanlıca, öğleden sonra Rusça-Kiril abecesi, Fettah Bey'in arkaplanında bir omurga olarak onu öteki kardeşlerin ve toplumun önüne çıkarır.

Şimdi neredeyiz? Değişen başkalaşan Türkiye ve dünya koşullarında onların mirasçıları üçüncü kuşak nereye vardı?

Çok farklı bir dünyada 'Soyaile' logosu ile bireylere yansıyan bu değişim gerçeğini nüfus hareketleri açısından bugün nesnel görebiliyoruz.

Şimdi neredeyiz? Başkalaşan Türkiye, dünya koşullarında onların mirasçıları üçüncü kuşak nereye vardı?

Değerli İzleyici,

Belkıs (Şenocak) ile Muzaffer Göktaş’in oğlu olan ve ellili yılların sonlarında dede Fettah Bey'in dizlerinin önünde duran (solda aile fotoğrafı) bugünkü ‘Soyaile’ Başkanı Sayın Ahmet Raci Göktaş ile iki yıl önce söyleşi yaptık.

Bu söyleşi yaklaşık yüz yılı kapsayan bir süre açılımı yapmakla birlikte, ilk çekirdek kuşağın ötesinde ayrı bir logo gibi anılan 'Kasogiller'e dek bir açılım ufku veriyor.

Sevgi içtenlik...

Tekin SonMez, Stockholm, 28 Aralık 2010

Sevgili Raci Bey, tanışalım. Nereden başlasak! Örneğin Raci! Ailede bu isim geleneksel, dedelerden gelen ad olarak var mı?

Tekin Abi bir de Ahmet’i var anlatayım! Raci’yi Neşe teyzem koymuş. Tabii, bu Avare filmleri modaymış ya o zaman. Ben 2 Haziran 1956’da doğduğumda, Osmaniye’de, Neşe teyzem de daha o zaman evlenmemiş, annemlerin yanındaymış. Avare filmine gitmişler. Avare filmi, Raj Kapoor. Çok enteresan, Raj Kapoor da hakim oğlu, onun da babası hakimmiş ve Neşe teyzem Raj Kapoor’dan etkilenmiş. Ahmet’i dedem koymuş, Fettah dedem, işte Peygamber’in ismidir.. Ahmet Raci Göktaş, o şekilde.

İsim verme öyküsü.. büyükbaba ve teyze.. Büyükbaba Fettah Bey ve çevresini anımsıyor musun?

Fettah dedemde.. şöyle, bizim oralarda bir şey vardır, okumuş olanlara, efendi denir, ama işte varlıklı, okumamış olanlara, mesela babamın babası Arif dedem, ona Arif Ağa denir, onun lakabı Arif Ağa, hani köyün zengini, diğer taraftaki de zengin ama okumuş Fettah Efendi.

Fettah dedemin konuşmaları tavırları kültürlü bir insan etkisi bırakmış bende. İşte okumuşluğun verdiği bir görüntü. Tavırları, davranışları, ama o genelde her yerde bir disiplin sağlıyordu, yani bir sistem, düzen, bir asabilik de tabii var.

Keşke babamla konuşsaydınız. Yani babam, tabii hep onların içinde yaşamış ve birtakım ilişkiler de kuraraktan, mesela genetik özellikleri, işte, göz rengi.. mesela derdi ki; Bakır Süleyman! Kime derlermiş? Rengi biraz bakıra çalan, ne diyelim, kızıl gibi.. sonra Fettah dedemin babasının Şerif dedemin çok hızlı hızlı ve kesik kesik konuştuğunu söylerdi.

Sevgili Ahmet Raci Göktaş.. (Bkz: http://karstekinsonmez.blogspot.com/) annesi Belkıs Hanım.. mektuplarla da tanıdık. Saygın bir anne oğul anısı var mektuplarda. Bir de Muzaffer Bey var, babanınız, yüksek düzeyde hakimlik yapmış Muzaffer Bey var. Farklı iki kişi.. onlara nasıl bakalım?

Tekin Abi, babamın “kitap okuma” ve “yazı yazma” alışkanlığı yoktu. Babam fakülte (hukuk) mezunu ama hiç kitap okumazdı. Babamın, bayram ve yılbaşı tebriklerini bile annem yazardı. Annem kitap okuma meraklısıydı, şiirlere düşkündü, el altı defterine sürekli notlar yazardı falan.. böyle enteresan işte, güzel sanatlar, estetik.. babamın o yönü hiç yoktu. Mesela babam hiç kitap okumazdı. Ama konuşmayı ve tartışmayı severdi, kuvvetli bir hafızası vardı, hafızasına çok güvenirdi. Bakın mesela babamın bir yönü çok kuvvetli; çok sabırlı, soğukkanlı, onun da başka özellikleri vardı, mantık öne çıkardı her zaman. Muhakemesi sağlam bir mantığa ve nesnelliğe dayanırdı.

Fettah dedem, o her yerde disiplin sağlıyordu, yani bir sistem, düzen, bir asabilik de var, diyorsun. Onun ilerisine, daha ötelere geçebilir miyiz?

Fettah Şenocak’ın.. Yani bir defa babamın, rahmetli, anlattığı, bizim en büyük olan, Kasım dede.. Kasım dede işte, taa işte o, yani iki üç üst dede, Şerif dedenin, babası da değil, belki de dedesi.. Tabii Kasım dede, bir de Mehmet dede varmış. Hatta bir ara Kemal dayım mı, Kasımoğulları diye değiştirmek istemiş soyadını. Evet, Şenocak yerine.. bu en yukarıdaki Kasım dede, hatta Kaso, Kasolar denir, işte Kasım’dan geliyor.

Kaso, Kasolar bir şey çağrıştırıyor. ‘Şerif dedenin, babası da değil, belki de dedesi,’ dedin. Türkçeden başka dilleri yok mu?

Yok! Türkçeden başka.. hatta babama şaka olarak Cihat dayım; ‘enişte bizim bir tarafımız galiba Kürt,’ derdi. Çok güzel bir mantık, mesela babam o tür mantıkları çok güzel kullanırdı. Bak derdi, şimdi ben derdi bu yaştayım, ben köy yerindeki dedemleri, (yani şehre gelir insanlar hani unutur, asimile olur, aksanı değiştir) köy yerindeki insanları hatırlıyorum,’ derdi, ‘hiç Kürtçe bilen yoktu,’ derdi. Çok sağlam bir mantık, babamın bu tür şeyleri çok kuvvetliydi mesela, o zekası kuvvetliydi.. Yani bizim sülalede bir defa Kürt olmadığını söylerlerdi, yani bunu ispatlamak için.. ve çok doğru bir mantık. Ben şu bakımdan, yani şeye aykırı değilim; Kürt varsa var, Ermeni varsa var, yani o konuda çok liberalimdir. Ama gerçekten, babamdaki bu mantık çok doğru bir mantık ve demek ki yokmuş.

Kasım, Kaso’ya dönüşüyor, mitolojik efsane bu kadar mı?

Evet! Kaso! Kasım dede, şimdi bunlar o bölgenin çok zenginleriymiş. Tabii Kaso Ağa işte, Kasım Ağa.. köyde İbrahim’e İbo, Mehmet’e Memo derler, Kasım’a Kaso derler falan. Ve mesela babam derdi ki işte, Kaso Ağa misafirsiz yemek yemiyormuş. Evet, eve muhakkak bir misafir, muhakkak çağırıyormuş. Yemeği misafirsiz yemezmiş. Tabii köyün ağası, babamın da işte üst babasından duyduğuna göre, mesela onun kuşağı varmış, kuşakta altınlar falan.

Şimdi burada duralım! Kasım Ağa, annenizin babası Fettah Efendi'nin dedesi mi olur?

Kasım dede, Kasolar'ın atası işte.. taa işte o, yani iki üç üst dede, Şerif dedenin, babası da değil, belki de dedesi...

Söyleşi; Kasım 2009 Ankara/Eryaman
Renkli fotoğraflar; Feryal Özkale Sönmez

8 Kasım 2010 Pazartesi

İstanbul, Izzet ve Natalia... Müzikte ritm ve melodi onların, Aşk ise İstanbul’un işi... Altıncı yazı

İşte böyle etkin aktif bir aşk düşü ile yollardayız, İstanbul’dayız yine! İşte size bir Beyoğlu romansı.

Öykümüzde iki kişi ve dört beyin var.

Müzik! Nota! Melodi! Müzik etkin ve aktif olanların başında gelir.

Müzik ve müzisyen de insanlık tarihi ile başabaş ilerliyor.

Müzik denildiğinde bir yerel tarih, bir de uygarlık tarihi var.

Ayrıntılarla dolu aşk tarihi de uygarlık tarihinin içindedir.

Bakın, sanatçının iki beyni var, diyen Izzet ve Natalia da bunun içindedir.

Müzikte ritm ve melodi onların, Aşk ise İstanbul’un işi...

Notalarla gelip kağıda ve ardından tınıya, vuruşa, ritm ve sese dökülenler...

İzzet Kızıl, İstanbul’daki klasik müzik dünyasında, ‘top percussionists’, diye biliniyor.

İki beyni olan sanatçı ki, bunlardan birisiyle günübirlik yaşamı yönetiyor ona, İzzet’e göre.

İkinci beyin ise bu kez, sanatçıyı, yani İzzet’i o yönetiyor!

Değerli İzleyici,

Size tuhaf mı göründü bu durum? Bakın nerede durdum, yayı gerdim ve oku nereden vurdum...

Kısacası, şöyle ki, iki beyin olması gerekiyormuş sanatçıda, İzzet Kızıl’a göre.

İzzet Kızıl, İsveç’te bir ‘baronesin bulunduğu salonda müzik icra ettim.

'Ne oldu biliyor musun Hocam,’ dedi. Barones benimle tanışmak istemiş.

'Gittik! Çok güzel müzik yapıyorsun, bunu nerede öğrendin, diye sordu. İstanbul'da' dedim.'

Barones ve İsveç sözünü duyunca bir an kalemim durdu, o sürdürdü,

‘İsveç denilince, kanallar ve bu Barones gözlerimin önüne gelir, galiba o da iki beyinliydi,’ dedi.

‘Seksen beş yaşında fakat zihinsel faaliyeti ile bir orkestra gibi enerji yayılıyordu bu Barones’ten,’ demeyi de unutmadı İzzet.

Müzik işte böyledir... İnsana iki beyin verir... İşte böyle! İzzet’in de iki beyni var!

Birisi müzik ve ritm peşinde koşuyor. Ötekisi ise bizzat kendisi, Natalia! Sözcük oyunu yapmıyorum.

Evet! Hayır! İzzet’in iki beyninden birisi Natalia’nın peşinden koşuyor demedim.

İzzet’in iki beyninden birisi bizzat Natalia’nın kendisi! Bilmem ki bu betimleme yetti mi!

Evet! Yabancı bir ülkeden gelen bir Natalia var, evet.

Böyle iki beyin sahibi olanlardan Natalia Mann var bu objektifimizde bir de.

Yeni Zelenda’da, Samoa Adaları’nın birinde doğmuş Natalia.

Kompozitör olan Natalia, klasik müzik grupları ile solist olarak da arp icra ediyor.

Natalia, bir gün bir grup konseri için İstanbul’a gelir.

İki beyinli iki sanatçının, Natalia ve İzzet’in karşılaşması umut dolu bir film sahnesinin girişi gibi olur.

Hayır Yeşilçam sineması değil bu! Şöyle ki bir aşk var bu filmde. Anlaşıldığı kadarıyla burası kesin.

Ayrıntılar ise şöyle; Aşk kendisi zaten ayrıntıların satrancıdır!

İstanbul üç imparatorluğa başkent olmuştur ve dünya kentlerin sultanıdır.

Natalia’nın beyninin birisi, İstanbul şarkıları yazıyor, örneğin bir melodi buluyor.

İzzet bir ritmle İstanbul İstanbul diye yanıt veriyor ve Natalia kanatlanıyor.

Nereye gitse, hangi metropoliten kentin müzik salonlarına inse, yine İstanbul’a dönüyor Natalia. İşte size İstanbul ve bir aşk öyküsü.Şimdi Natalia ile İzzet’in kısa söyleşisini birlikte izleyelim.

Sevgi, içtenlik...

T: İzzet Bey, son zamanlarda nerelerde müzik icra ettiniz?
İ: Öyle çok ki hocam, burdan geri geri gidersem hatırlayacağım. En son Beyoğlu’nda Nublu’da çaldık, İstanbul Sessions’la, İlhan Erşahin’in ünlü grubu. Ondan önce İtalya’da çaldık. İtalya’dan önce Almanya’da çaldık, Köln’de. İtalya’da Torino’da çaldık, Köln’den önce İstanbul’da İlhan Koman’ın sergisinin açılışında çaldık. Ondan önce Fransa’da falan çalmışızdır... Ondan önce New York’da...

T: Kaç yıldır çalıyorsunuz?
İ: Kaç yıldır? 1972 doğumluyum. Altı yaşımdan beri müzik yapıyorum, vuruyorum, çalıyorum.
T: Bir tarafta müzik, öteki tarafta Natalia. Natalia’yla ne zaman, nerede, kaç yıl oldu tanışalı?
İ: Natalia’yla dört yıl.. Dört buçuk yıl önce! Ooo beş yıl önce, burda, Sultanahmet’te tanıştık. Abim de perküsyon sanatçısı, birgün bana İzzetciğim benim işim var sen gidip çalar mısın dedi. Orada Natalia’yla tanıştık. Sonra arkadaş olduk. Sonra o gitti Avustralya’ya... internette görüşmeye devam ettik, bana çiçeklerden, böceklerin kanatlarından bahsediyordu...
T: Peki Natalia sonra neler oldu?
N: Türkiye’de bir ay kaldım, sonra Avustralya’ya döndüm dokuz ay için. Ama yine dedim, tamam ben geleceğim buraya, ama ben biliyorum ki onunla aramızda bir şey var bizi bağlayan. Beni İstanbul’a çeken derin bir his, ben biliyorum onu, eminim o zaman.
T: Sonunda bir araya geldiniz, değil mi?
İ: Evet, kendi gruplarıyla tekrar geldiler buraya. Ben bir konser için Bulgaristan’a gitmiştim, dönmeden ona mesaj gönderdim görüşmek için ve döndüğümde görüşmeye başladık. Kıvılcım bir şeydi ama parladı.. sonra elini tuttum Natalia’nın, o da benimkini tutmuş oldu, ellerimizi bırakmadık bugüne kadar.

Tekin SonMez, Kasım 2010, İstanbul
Fotoğraflar; Feryal Özkale Sönmez