26 Mayıs 2012 Cumartesi

Diyarbakır bir kent olarak nasıl yazılmalı... Bir yazar, bir yazı yazmadan önce nasıl yaşar... Yazar, yaşam yapıt üçgenidir bu...


  Yazarlar  ve kentler diye, ortak bir konu başlığı altında ne yazılabilir?

Böyle düşünerek o metnin tasarımıyla dışarı çıktı yazarımız. 

Kentin bir nabız gibi vuran Gazi Caddesinde yürüdü.

Yaşayan her yazar yer içer ve soluk alır verir.
 
Bir yanda yazarımız düş kuruyor..

Diyarbakır yaşamı için yol alıyor hem de. 

Sağlı, sollu tatlıcı kazanları, kova kova, raf raf, vitrinler şeker kokuyor.

Her yola çıkışı gibi burada da  zihinsel bir etkinlik var: Diyarbakır diye sayıklıyor.

O ara doğal bir dünyada yaşıyor yazarımız.

Nesnel koşulları aşıyor ve ilerliyor ağır ağır.

Geldiğinden bu yana, bir kent olarak Diyarbakır.. diyor.

Evet nasıl yazılmalı Diyarbakır diye... 

Felsefi bir sorunsalla uyuyor, uyanıyor yazarımız.

Felsefi ve hem de sorunsal olanlar saklı dursunlar.

Şimdi güncel bir dünyada soluk alıp vermeye çalışan bir yazar var. 

Ateşi 38'e vurmuş, aç ve susuz bir yazar, nasıl yazar, nasıl düşünür?

Sıcak bir çorba arayışı peşinde koşan yazarımız, bir aşhane bulmak üzere Gaziler Caddesi’nde ilerliyor. 

Sağa sola görsel açılım yaparak somut ortamı tanımaya çalışıyor.

Hemen orada ve işte hayat şalgamı var. Bir bardak içse belki ateşi düşecek. 
  
Fakat hayır, ona dağlar kadar uzak çok uzak o şalgam hayat.

Bir sonrası yol kıyısında dut ağaçları. Serçe gibi çocuklar...

Dut yapraklarında bahçelerden ballı dudu, karadut... Reçeli uzun ömürlü ilaç olur...

Dut yapraklarından salkımlar gibi çocuklar, sinileriyle oradalar.

Dut bahçeleri deyip geçme! Diyarbakır ağdalı reçineleri bunlardır.

Diyarbakır'daki ağaçların büyük bölümü dut ağacıymış...

 
Bu tadı yaşamın karadut ağacından...

Onu oradan alıp, ağız tadıyla yazınsal metnin içine katmak ister yazarımız. 

Çileci bir yazar, bir yaratıcı, bir düşünür için kolay bir durum değildir bu. 

Yol boyu,  kent olarak Diyarbakır nasıl yazılmalı sorunsalını düşünedurun.

Sizi çağıran dut salkımlarının tadını, dut yemeden damağınıza duyurun! 

Olur mu, orada biraz durun! Bakın ne oluyor?

Şöyle ki,  yol boyu dut sepetleri sizi çağırır. 

Fakat bundan önce bir tas sıcak aş ister yazarımız.

Çünkü açlık çekiyor ve anlık yaşamı savunuyor o an.

Evet, o arada hem kendi bireysel yaşamını savunacak...

Öteki yaşamların katıklarına katkı, sözcük sözcük bir parmak bal sunacak.

Bu bal da öyle anlık ve bölgesel, yerel çiçeklerle yetinen bir bal olmayacak.

Bakın burada bir de meşhur şerbetçi var! Yerel bir tad.

Evet, fakat evrensel tadlar da olsun damağınızda...

Yerel edebiyatla yetinen okurlar için tamam.


İyi de evrensel tadlara nasıl ulaşılır?

Yazarımızın böyle felsefi bir sorunsalı daha var. 

İşte bu sırada mercimek kokusu uzaktan cazibeli bir oyun gibi geldi.
 
Aslında yazarımız düş görüyor. 

Çocuklar gibidir çokluk onlar da düş görür ve fakat... 

İşte bu çocuklar gibi ne yer, ne içer yazarlar da.. hiç düşündünüz mü?

Çileci bir yazar için kolay olmayan bir durumdur bu...

İşte bundan sonra kent olarak Diyarbakır nasıl yazılmalı...

Önemli bu sorunsal, ağız tadıyla keşif masasını bulur..

Şöyle ki yeme, içme ile yaşamı savunmak...

 Üstelik yabancı bir kentte hiç de şakacı değildir...  

İşte orada 'Güzeliş Lokantası'...

Bir yazar, bir yazı yazmadan önce nasıl yaşar... Yazar, yaşam yapıt üçgenidir bu...

Diyarbakır'da, Gaziler Caddesi'nde her akşam, saat 20:00'de sağdaki ilk masa, (bir tas mercimek aş/ı işte limon tabağıyla orada görünüyor) yazarımızı bekler durur.

Sahibi Mehmet Bey yazarımıza: 'Nerelisiniz' diye soruyor.

Yazarımız: 'Urfa doğumluyum' diyor. Mehmet Bey gurur duyarlı bir sesle: ' Maşallah' diyor.  

Şöyle ki ne ailesinde ne de baba memleketinde bu duyarlıkla seslenmedi nedense ona kimse.

İşte böyle içten bir aidiyet saygısı da var Bakır Diyarı olan bu ülkede.

Bu ses, yazarımızı daha dik durmaya ve hiç eğilmemeğe davet ediyor...

Mehmet Bey'i daha önce tanımamıştı yazarımız. 


Topu topu üç beş gün önce bir tas mercimek aşı önünde tanıştılar.

Elli yılı aşan, üç kuşak.. dededen toruna ulaşmış, Güzeliş Lokantası. 

Yazarımız ceketini iliklemiş poz veriyor.

Aslında bir yandan da içi üşüyor onun. 

Otuz sekize vuran ateşi hiç belli değil.

Böyle delikanlı bir kentte, sarsılmadan dimdik ayakta vurulmak var. Olsun!

Limonu sıkınca, sütlaç gibi koyulaşan ve yazarımızı koruyan bir de mercimek aş/ı da var şimdi masada.

Kafasında etik bir konu, Diyarbakır nasıl yazılmalı sorusu orada dursun... 

Karsı'ı, Muğla'yı, Beyoğlu'nu, Kapadokya'yı, BenAras'ı, Berlin'i, Stockholm'u, New York'u, Guatemala'yı.. onlar gibi yüzlerce nasıl yazıp geçtinse.. işte Diyarbakır'ı da yazarsın diye, bir ses işitti, orada Urfa'da yatan anne sesiyle. 

Şizofreni mi başladı diye irkilirken, aradan yetmiş yıl geçmiş anne gideli dedi, kendi kendine... 

Yetmiş beş yıl önce bir şafak vakti doğduğu kente, Urfa'ya geçecek yazarımız şimdi...

Kafasında çalışkan guguklu bir saat gibi şakıyan bir de bu var.

Bir yazar, nasıl yaşar ve nasıl yazar; sahnenin arkasında ne var, söylemez hiç bir yazar bunu...

İşte bu yazar başka yazar, sizlere sırlarını açıyor, buyurun dilediğiniz gibi okuyun onu. 

Fakat bir uyarı da var burada. Bütün büyük yazarlar böyledir, korkmazlar sahnenin arkasını yazmaktan...

Az önce Ahmet Arif ve Cahit Sıtkı Tarancı Müzeleri'ni sıyırıp geçti.

Evet bunların yanında paralel koşan ironik ve paradoksal bir yaşam kulvarı daha var.

Yazılmaz olan ironik bir metin... Ona da sıra gelecek...

Sevgi ve içtenlik...

Tekin SonMez,  26 Mayıs 2012, Diyarbakır.

29 Şubat 2012 Çarşamba

Mariland'da, bir öğlen vakti..Ashley ve Tommy Oliver'in düğünü ve Ayla'nın görevi....

Ayla düğünde görev alacak, önhaberi yapmıştım. Ayla şimdi görevini yapıyor. Yere sağlam bastığını ayaklarının duruşundan anlıyoruz.

Orada Ashley'in yanında duruyur ve çiçeklerini düzeltiyor. Ayla bu işte. Kendi buyruğunu kendisi verir.

Oysa bakıyoruz geleneksel bir törende Ashley bir ezgi söylüyor ve öteki yardımcı hostes de bu töreni izliyor. Ayla ise çiçeklerini düzeltiyor.

Ayla böyledir, çiçekler düzenli olmazsa olmaz. Çok titizdir. Annesi diyor ki bu titizlik bana birini anımsatıyor. Ayla'da soruyor: Kiimm?

Ayla'nın görevinin ne olduğunu anlamak için, filmi biraz ileriye saralım.

Gördüğünüz gibi Ayla en önde geldi yanıdaki abla ile.
Şimdi biz konumuza dönelim.
Bundan önce neler oldu?
Başka bir kente gittiler.
Ayla yolda uyudu, dinlendi.
Arabada uyur evde uyumaz.
Bu olay şöyle gelişti.
Bir gün dedi ki:'
Anne öğlende neden uyuyayım?
Büyümen için, dedi Annesi.
Ama, ben büyüdüm, dedi. Yerdeki ağır bir kutuyu kaldırdı havaya.
Bak, dedi. Taşıdı biraz öteye bıraktı.
İşte olanlar o gün oldu. Yaşlılar gibi öğlen yemeği sonrası uykuları yok artık.

Genç, dipdiri koşuyor ve her şeyi düzeltiyor, yerleştiriyor. Neden uyusun? Gördüğünüz gibi sağdaki fotoğrafta yine koşuyor. Gelin Hanım, Ashley ve onun nedimeleri arkada.
Ayla önde koşuyor işte... Çiçekleri elinde yüzünü fotoğraf çekenlerden gizleme gibi bir huyu da var. Kime çekti, diye Annesi soruyor.

Konuyu dağıttık! Evet, filmi geri sardık ve Amerikan filmlerindeki gibi düğün yerine geldik. Ashley ve onun eşi Tommy Oliver'in düğünü öncesi Ayla bahçeyi suladı, demiştim. Meraklısı için adresi: http://friendostekinsonmez.blogspot.com/
Olay orada durmadı.
Ashley ve nedimesi fotoğraf çektirdiler.
Ayla hemen o karede yine çiçekleriyle ilgileniyor. Orada gördünüz mü?

İşte size Ayla'yı tanımalayan pastoral bir görüntü.
Gelin ilgisini çekmiyor.
Beklentisi yok.
Kendi dünyası ona yetiyor.
Çağımızın kendine yeten kuşağı.
Zaman nasıl geçti..
Bir baktık Ashley ve Tommy...
Arabada tur atıyorlar...
Biraz sonra dans yapmalarını izleyeceğiz.
Siz olsanız ne yaparsınız?

Ayla'nın ne yapacağını düşünelim.

Ayla'yı kimse dansa kaldırmıyorsa...

İşte gördünüz... Kendi dansını tek başına yapar Ayla...

Ne Nnnesinin şurasına burasına sarılıp huzursuz insan rolü oynar ne kendini yitirip abur cubur şeyler yiyerek midesini bozar.

Fakat dans denildi mi...

Bakın dans denildi mi durum değişir. Ayla medeni cesaretini gösterir ve çıkar dans eder tek başına.

Orada onun yaşlarında ikinci birisini görmedim dersem şaşırmayın ha...

Dans dedim de, dans denildi mi falan, dedim de, bu durum bana da birini çağrıştırıyor!

Bir de şu var! Ayla için soru tükenmez.

Bir de Ayla'nın annesi var, sıra onun şimdi.

Ayla bu fotoğrafı destelerin arasında çıkardı bu sensin, dedi.

Ben de anne olacağım, dedi.

Ayla'nın Annesinin fotoğrafı işte...

Fakat ne oldu, biliyor musunuz?

Ayla, Annesine sordu.

Anneciğim bu adamlar kim?

Onlar benim amcalarım! Benim babamın kardeşleri. Ayla durur mu?

Benim babamın mı?

Yok, büyükbanın kardeşleri...

Büyükbabacığımın kardeşleri... ama yoklar... neden yoklar?

Annesi bu soruları işitmemişti galiba.

Ayla'nın Annesi de Ayla'ya sordu.

Ben sana benziyor muyum?

Ayla da bunu işitmedi ve dedi ki: nerede onlar şimdi?

Ayla bir daha sordu; ama neden onlar.. neden seni unuttu mu?

Sen onları unuttun mu? Annesi çok meşguldü o sırada... telefon durmuyordu... Pitaya kırmızı koltuğun üstüne çıkmış, pencereden dışarı bakarak bağırıyordu...

O sırada üçü de birbirini işitmiyorlardı...

Oradan, düğünden ayrılmadan önce bir şey daha oldu, ben de onu unutmadan söyleyeyim.

Gelin pastasına Ayla el sürmedi... Söylemiştim, o saf çikolata olmazsa yemez. İyi bir de burnu var.

Yemeden önce şöyle bir eğilir bir bakar, dilinin ucuyla dokunur hafifçe.

Fakat bu kez Ayla'nın beklemediği bir şeydi ve onu geri çevirmedi, izliyorsunuz...

Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez, MD, Mayıs, 2012

20 Şubat 2012 Pazartesi

Ayla Harita ve kitap okuyor. Ayla neden harita okuyor? İşte burada etkin ve aktiv insan öne çıkacak...

Ayla’nın dinazorlar öyküsüne varmadan Ayla'nın harita okuma merakı öne geldi.

Ayla harita okumak ve haritalarda yön bulmak için çalışıyor. Bir önceki haberde kent ve yeni insan başlığı altında, yeni yepyeni kuşak temsilcisi Aylayı sunmuştuk.

Orada kent ve insan öne çıkıyordu. Kentte çalışma hızı yüksektir.

Köy toplumu ile kent toplumu açısından bir fark var değil mi?

Kent, bir hız ve hareket merkezidir.

Uzay ve bir galaksinin merkezi...

Yeni yaşamın merkezi kenttir.

Kent ülkenin yönetim merkezi olur.

Yüksek algı gerektirir kent yaşamı.

İnsan bu hıza ayak uydurmak zorundadır.

Ayla da bu hıza ayak uydurmak isteyenlerden bunlardan birisi.

Yeni doğanlar bu açıdan yaşama hazır olmalı. Koşmayı zamanında öğrenmeli.

Ayla'nın annesi de kent doğumludur.

Hemen bir ayraçla Ayla'nın annesinin İstanbul doğumlu olduğunu söyleyelim.

İstanbul'da doğmak! On beş milyon insanın yaşadığı bir kentte...

Hem de üç imparatorluk görmüş bir kentte. Dünyada ikinci benzeri yok.

Böyle olduğu için belki de Ayla'nın annesi de hızlı düşünür.

Ayla'nın babası da kent doğumludur.

Onlara da sıra gelecek. Ayla'yı tanıyalım derken bakın nerelere geldik!

Böyledir işte, bir konuya girince, okumayı da biliyorsanız o konu çeker götürür sizi.

Biz yine Ayla'nın harita okumasına dönelim. Ayla neden harita okuyor?

İlginç soru değil mi? İşte burada etkin ve aktiv insan öne çıkacak.

Nedir etkin ve aktiv insan? Harita okumayı bilmeyen on binlerce insan var.

Bir de çağın dinamikleri ve yeni insan var.

Daha küçük yaşta yüksek yakıt kullanmaya hazırlanan bir beyin sahibi olmak...

Yaşadığı koşullara ayak uyduran ve o koşullarda ayaklarının üstünde duran insan.

Daha küçük yaşlarda buna hazırlanmalıyız.

Örnekse, bu satırların yazarı, neden iki dili aynı güzellikte yazamıyor, konuşamıyor?

Ayla da işte bu koşullara hazırlanıyor. İki dilde düzgün konuşmak ve yazmak...

Yaptıkları, kent insanı için doğal şeyler.

Tümü bu kadar değil, Ayla kitap da okuyor...

İvedi davranmayalım. Sıra o konuya da gelecek...

Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez, MD, 06 Şubat 2012

Önemli not:
Geçen aylarda İsveçli dünya rekortmeni yüzücü Therese Alshammar konusunda yazdım.
Bir çocuk gelecekteki başarılara nasıl hazırlanır...
Baba ya da anne neler yapabilir...
bu yazıyı okuyunuz lütfen.ts.
http://stockholmtekinsonmez.blogspot.com/