28 Aralık 2010 Salı

Kars Platosu, Batı'ya dönük nüfus hareketleri ve ‘Soyaile’ Başkanı Sayın Ahmet Raci Göktaş ile söyleşi, yaklaşık yüz yılı kapsayan bir süreç...

İşte bu kez böyle etkin aktif bir efsane düşü ile yollardayız, Ankara'dayız ilkin.

Sonra Kars Platosu, romantik anlatı ortamı gündemde. Nasıl oldu? Şöyle oldu?

Geçen yüzyılın ilk çeyreğinde başlayan ve ikinci çeyrek dolmadan hızla atak yapan Batı'ya dönük nüfus hareketleri.. boş kalan köyler ve farklı insan dalgaları ile Kars Platosu insan haritasına bir damga vuruyor. Evet!

Soruyorum; Bu satırların yazarına göre boş kalan köyler ve farklı insan dalgaları ile Kars Platosu insan haritasına damga vuran bir şey var. Bu nedir? Yineliyorum!

Batı'ya dönük nüfus hareketleri... İyi de nüfus hareketleri neden Batı'ya dönük?

Bakın işte size bir araştırma konusu daha!

Değerli İzleyici,

Şimdi yukarıdaki sözün altını elbirliği yaparak dolduralım! Tarih bilinci adını koyalım!

Bir kez duygusal değil, şunu kesin bir tarih sınırı olarak ussal planda ortaya koyalım!

Tarih bilinci olmayan toplumlar sınırları ve ‘nüfus hareketleri’ni ‘keyfi’ bir açıdan buğulu, bulutsu bir ufukta 'muğlak' görmek isterler ve görürler.

Çok basit bir soru daha! Kars Platosu'nda geçen yüzyılın ilk çeyreğinde neler oldu?

Bu sorunun yanıtı çok kolay! Ekim 1917 tarihi sınır çizgisidir.

Kars Platosu bu tarihe dek Çarlık Rusya toprakları olarak adlandırılır.

Burada gündem olan Kars Platosu anlatıları, bir ucu ile Ekim 1917 ‘Bolşevik Devrimi’ öncesine gider.

Bir ucu ile bugünkü evrilmeler içinde yar alır.

Araştırma ve keşif masamızda çekirdek bir aile var. Anne, baba ve iki erkek, üç kız beş çocuklu bir aile.

Bu çekirdek aile, doğum tarihleri ile Çarlık Rusya sınırları içinde görülüyorlar.

Bu ailede beş çocuktan en büyükleri olan Fettah Bey... Tarihsel perspektif içinde bir efsanedir.

Yüzyılın başlarıyla bu ailede lokomotif olmuş Fettah Bey konusunda, elimizde yeteri kadar bilgi ve belge yok.

Değişik söyleşilerle, dar alanda fotbol oynayan bir topçu gibi kimileyin santrafor kimileyin kaleci gibi, on bir kişilik takım yerine kan ter içinde tek başına bir koşu tutturdu bu satırların yazarı, gidiyor. Bakın şurası çok önemli!

Daha 1920’ye gelmeden ailenin çekici gücü, lokomotifi olan Fettah Bey’in oluşum evrelerini de içeren genç söylenceler dönemine, şöyle ki gençlik efsanelerinin arkaplanına bakmadan edemiyorum.

Fettah Bey’i varoluşturan ve aileye ve topluma hazırlayan hem çevrede hem de evlilik önceleri çekirdek ailede, Fettah Bey’e karizmatik önderliğinin temelini sağlayan bir eğitimi var.

Bu eğitim iki dilli, çok kültürlü bir yaşam gustosu içeriyor.

Bu eğitimin iki dilli olma koşullarını ona hazırlayan sosyal, siyasal ve ekonomik tabloya bakalım.

Şurası bir gerçek, bu koşulların merkezinde kargaşa ve büyük bir kaos var.

Şöyle ki; Osmanlı'nın çözülüş, çöküş yılları, periyodik evrelerle Kars Platosu'nu saran ve uzun yıllar süren belirsizlik rüzgarlarının şiddetle estiği; sosyal/siyasal/ekonomik güçler dengesi planında; Batı'nın Doğu uzantısı Hıristiyan Çarlık Rusyası ile Orta Doğu'nun Batı uzantısı İslam Şeriatçısı Osmanlı'nın kamplaşması ile Kafkasya'da yaratılan boşluğun hangi güçler tarafından doldurulacağının kestirilemediği yıllar; Doğu'dan Batı'ya süren nüfus hareketlerinin arkasında bu kaos var.

Daha önce yayımladığımız Keramettin Bey ile yapılan bir söyleşiden alıntı;
'Ninem (Mahbube Hanım) fevkalade ileriyi gören bir Osmanlı kadını.. Rus okulu açılınca rahmetli ninem babamı okula gönderiyor. Babam, Bardız Rus ilkokulunu bitiriyor. (Bkz: http://karstekinsonmez.blogspot.com/21 Mart 2010)

'Öğleden önce Osmanlıca, öğleden sonra Rusça. Rus okulunu Bardız’da iki kişi okuyor, birisi babam. Karahamza’da Rus Ortaokulu var. Sarıkamış yakın, ninem babamı oraya gönderip ortaokulda okutturuyor, ortaokuldan mezun oluyor.'(Bünyan, 24 Temmuz 2008)

Görüleceği gibi, Fettah Bey’in oğlu Keramettin Bey’in, her tanımlamasında, "ninem babamı Rus okuluna gönderiyor," vurgusu var.

Baba Şerif Efendi ve anne Mahbube Hanım konusunda çok fazla belge ve bilgi yok elimizde.

Bununla birlikte Mahbube Hanım modern bir anne gibi ilk oğlu Fettah Bey (sağda tek erkek kardeşi ile) için aile olanaklarını seferber etmiş.

Anadili/yaşam dili olarak Türkçe, 'öğleden önce yazılım Arap-Abecesi-Osmanlıca, öğleden sonra Rusça-Kiril abecesi, Fettah Bey'in arkaplanında bir omurga olarak onu öteki kardeşlerin ve toplumun önüne çıkarır.

Şimdi neredeyiz? Değişen başkalaşan Türkiye ve dünya koşullarında onların mirasçıları üçüncü kuşak nereye vardı?

Çok farklı bir dünyada 'Soyaile' logosu ile bireylere yansıyan bu değişim gerçeğini nüfus hareketleri açısından bugün nesnel görebiliyoruz.

Şimdi neredeyiz? Başkalaşan Türkiye, dünya koşullarında onların mirasçıları üçüncü kuşak nereye vardı?

Değerli İzleyici,

Belkıs (Şenocak) ile Muzaffer Göktaş’in oğlu olan ve ellili yılların sonlarında dede Fettah Bey'in dizlerinin önünde duran (solda aile fotoğrafı) bugünkü ‘Soyaile’ Başkanı Sayın Ahmet Raci Göktaş ile iki yıl önce söyleşi yaptık.

Bu söyleşi yaklaşık yüz yılı kapsayan bir süre açılımı yapmakla birlikte, ilk çekirdek kuşağın ötesinde ayrı bir logo gibi anılan 'Kasogiller'e dek bir açılım ufku veriyor.

Sevgi içtenlik...

Tekin SonMez, Stockholm, 28 Aralık 2010

Sevgili Raci Bey, tanışalım. Nereden başlasak! Örneğin Raci! Ailede bu isim geleneksel, dedelerden gelen ad olarak var mı?

Tekin Abi bir de Ahmet’i var anlatayım! Raci’yi Neşe teyzem koymuş. Tabii, bu Avare filmleri modaymış ya o zaman. Ben 2 Haziran 1956’da doğduğumda, Osmaniye’de, Neşe teyzem de daha o zaman evlenmemiş, annemlerin yanındaymış. Avare filmine gitmişler. Avare filmi, Raj Kapoor. Çok enteresan, Raj Kapoor da hakim oğlu, onun da babası hakimmiş ve Neşe teyzem Raj Kapoor’dan etkilenmiş. Ahmet’i dedem koymuş, Fettah dedem, işte Peygamber’in ismidir.. Ahmet Raci Göktaş, o şekilde.

İsim verme öyküsü.. büyükbaba ve teyze.. Büyükbaba Fettah Bey ve çevresini anımsıyor musun?

Fettah dedemde.. şöyle, bizim oralarda bir şey vardır, okumuş olanlara, efendi denir, ama işte varlıklı, okumamış olanlara, mesela babamın babası Arif dedem, ona Arif Ağa denir, onun lakabı Arif Ağa, hani köyün zengini, diğer taraftaki de zengin ama okumuş Fettah Efendi.

Fettah dedemin konuşmaları tavırları kültürlü bir insan etkisi bırakmış bende. İşte okumuşluğun verdiği bir görüntü. Tavırları, davranışları, ama o genelde her yerde bir disiplin sağlıyordu, yani bir sistem, düzen, bir asabilik de tabii var.

Keşke babamla konuşsaydınız. Yani babam, tabii hep onların içinde yaşamış ve birtakım ilişkiler de kuraraktan, mesela genetik özellikleri, işte, göz rengi.. mesela derdi ki; Bakır Süleyman! Kime derlermiş? Rengi biraz bakıra çalan, ne diyelim, kızıl gibi.. sonra Fettah dedemin babasının Şerif dedemin çok hızlı hızlı ve kesik kesik konuştuğunu söylerdi.

Sevgili Ahmet Raci Göktaş.. (Bkz: http://karstekinsonmez.blogspot.com/) annesi Belkıs Hanım.. mektuplarla da tanıdık. Saygın bir anne oğul anısı var mektuplarda. Bir de Muzaffer Bey var, babanınız, yüksek düzeyde hakimlik yapmış Muzaffer Bey var. Farklı iki kişi.. onlara nasıl bakalım?

Tekin Abi, babamın “kitap okuma” ve “yazı yazma” alışkanlığı yoktu. Babam fakülte (hukuk) mezunu ama hiç kitap okumazdı. Babamın, bayram ve yılbaşı tebriklerini bile annem yazardı. Annem kitap okuma meraklısıydı, şiirlere düşkündü, el altı defterine sürekli notlar yazardı falan.. böyle enteresan işte, güzel sanatlar, estetik.. babamın o yönü hiç yoktu. Mesela babam hiç kitap okumazdı. Ama konuşmayı ve tartışmayı severdi, kuvvetli bir hafızası vardı, hafızasına çok güvenirdi. Bakın mesela babamın bir yönü çok kuvvetli; çok sabırlı, soğukkanlı, onun da başka özellikleri vardı, mantık öne çıkardı her zaman. Muhakemesi sağlam bir mantığa ve nesnelliğe dayanırdı.

Fettah dedem, o her yerde disiplin sağlıyordu, yani bir sistem, düzen, bir asabilik de var, diyorsun. Onun ilerisine, daha ötelere geçebilir miyiz?

Fettah Şenocak’ın.. Yani bir defa babamın, rahmetli, anlattığı, bizim en büyük olan, Kasım dede.. Kasım dede işte, taa işte o, yani iki üç üst dede, Şerif dedenin, babası da değil, belki de dedesi.. Tabii Kasım dede, bir de Mehmet dede varmış. Hatta bir ara Kemal dayım mı, Kasımoğulları diye değiştirmek istemiş soyadını. Evet, Şenocak yerine.. bu en yukarıdaki Kasım dede, hatta Kaso, Kasolar denir, işte Kasım’dan geliyor.

Kaso, Kasolar bir şey çağrıştırıyor. ‘Şerif dedenin, babası da değil, belki de dedesi,’ dedin. Türkçeden başka dilleri yok mu?

Yok! Türkçeden başka.. hatta babama şaka olarak Cihat dayım; ‘enişte bizim bir tarafımız galiba Kürt,’ derdi. Çok güzel bir mantık, mesela babam o tür mantıkları çok güzel kullanırdı. Bak derdi, şimdi ben derdi bu yaştayım, ben köy yerindeki dedemleri, (yani şehre gelir insanlar hani unutur, asimile olur, aksanı değiştir) köy yerindeki insanları hatırlıyorum,’ derdi, ‘hiç Kürtçe bilen yoktu,’ derdi. Çok sağlam bir mantık, babamın bu tür şeyleri çok kuvvetliydi mesela, o zekası kuvvetliydi.. Yani bizim sülalede bir defa Kürt olmadığını söylerlerdi, yani bunu ispatlamak için.. ve çok doğru bir mantık. Ben şu bakımdan, yani şeye aykırı değilim; Kürt varsa var, Ermeni varsa var, yani o konuda çok liberalimdir. Ama gerçekten, babamdaki bu mantık çok doğru bir mantık ve demek ki yokmuş.

Kasım, Kaso’ya dönüşüyor, mitolojik efsane bu kadar mı?

Evet! Kaso! Kasım dede, şimdi bunlar o bölgenin çok zenginleriymiş. Tabii Kaso Ağa işte, Kasım Ağa.. köyde İbrahim’e İbo, Mehmet’e Memo derler, Kasım’a Kaso derler falan. Ve mesela babam derdi ki işte, Kaso Ağa misafirsiz yemek yemiyormuş. Evet, eve muhakkak bir misafir, muhakkak çağırıyormuş. Yemeği misafirsiz yemezmiş. Tabii köyün ağası, babamın da işte üst babasından duyduğuna göre, mesela onun kuşağı varmış, kuşakta altınlar falan.

Şimdi burada duralım! Kasım Ağa, annenizin babası Fettah Efendi'nin dedesi mi olur?

Kasım dede, Kasolar'ın atası işte.. taa işte o, yani iki üç üst dede, Şerif dedenin, babası da değil, belki de dedesi...

Söyleşi; Kasım 2009 Ankara/Eryaman
Renkli fotoğraflar; Feryal Özkale Sönmez

8 Kasım 2010 Pazartesi

İstanbul, Izzet ve Natalia... Müzikte ritm ve melodi onların, Aşk ise İstanbul’un işi... Altıncı yazı

İşte böyle etkin aktif bir aşk düşü ile yollardayız, İstanbul’dayız yine! İşte size bir Beyoğlu romansı.

Öykümüzde iki kişi ve dört beyin var.

Müzik! Nota! Melodi! Müzik etkin ve aktif olanların başında gelir.

Müzik ve müzisyen de insanlık tarihi ile başabaş ilerliyor.

Müzik denildiğinde bir yerel tarih, bir de uygarlık tarihi var.

Ayrıntılarla dolu aşk tarihi de uygarlık tarihinin içindedir.

Bakın, sanatçının iki beyni var, diyen Izzet ve Natalia da bunun içindedir.

Müzikte ritm ve melodi onların, Aşk ise İstanbul’un işi...

Notalarla gelip kağıda ve ardından tınıya, vuruşa, ritm ve sese dökülenler...

İzzet Kızıl, İstanbul’daki klasik müzik dünyasında, ‘top percussionists’, diye biliniyor.

İki beyni olan sanatçı ki, bunlardan birisiyle günübirlik yaşamı yönetiyor ona, İzzet’e göre.

İkinci beyin ise bu kez, sanatçıyı, yani İzzet’i o yönetiyor!

Değerli İzleyici,

Size tuhaf mı göründü bu durum? Bakın nerede durdum, yayı gerdim ve oku nereden vurdum...

Kısacası, şöyle ki, iki beyin olması gerekiyormuş sanatçıda, İzzet Kızıl’a göre.

İzzet Kızıl, İsveç’te bir ‘baronesin bulunduğu salonda müzik icra ettim.

'Ne oldu biliyor musun Hocam,’ dedi. Barones benimle tanışmak istemiş.

'Gittik! Çok güzel müzik yapıyorsun, bunu nerede öğrendin, diye sordu. İstanbul'da' dedim.'

Barones ve İsveç sözünü duyunca bir an kalemim durdu, o sürdürdü,

‘İsveç denilince, kanallar ve bu Barones gözlerimin önüne gelir, galiba o da iki beyinliydi,’ dedi.

‘Seksen beş yaşında fakat zihinsel faaliyeti ile bir orkestra gibi enerji yayılıyordu bu Barones’ten,’ demeyi de unutmadı İzzet.

Müzik işte böyledir... İnsana iki beyin verir... İşte böyle! İzzet’in de iki beyni var!

Birisi müzik ve ritm peşinde koşuyor. Ötekisi ise bizzat kendisi, Natalia! Sözcük oyunu yapmıyorum.

Evet! Hayır! İzzet’in iki beyninden birisi Natalia’nın peşinden koşuyor demedim.

İzzet’in iki beyninden birisi bizzat Natalia’nın kendisi! Bilmem ki bu betimleme yetti mi!

Evet! Yabancı bir ülkeden gelen bir Natalia var, evet.

Böyle iki beyin sahibi olanlardan Natalia Mann var bu objektifimizde bir de.

Yeni Zelenda’da, Samoa Adaları’nın birinde doğmuş Natalia.

Kompozitör olan Natalia, klasik müzik grupları ile solist olarak da arp icra ediyor.

Natalia, bir gün bir grup konseri için İstanbul’a gelir.

İki beyinli iki sanatçının, Natalia ve İzzet’in karşılaşması umut dolu bir film sahnesinin girişi gibi olur.

Hayır Yeşilçam sineması değil bu! Şöyle ki bir aşk var bu filmde. Anlaşıldığı kadarıyla burası kesin.

Ayrıntılar ise şöyle; Aşk kendisi zaten ayrıntıların satrancıdır!

İstanbul üç imparatorluğa başkent olmuştur ve dünya kentlerin sultanıdır.

Natalia’nın beyninin birisi, İstanbul şarkıları yazıyor, örneğin bir melodi buluyor.

İzzet bir ritmle İstanbul İstanbul diye yanıt veriyor ve Natalia kanatlanıyor.

Nereye gitse, hangi metropoliten kentin müzik salonlarına inse, yine İstanbul’a dönüyor Natalia. İşte size İstanbul ve bir aşk öyküsü.Şimdi Natalia ile İzzet’in kısa söyleşisini birlikte izleyelim.

Sevgi, içtenlik...

T: İzzet Bey, son zamanlarda nerelerde müzik icra ettiniz?
İ: Öyle çok ki hocam, burdan geri geri gidersem hatırlayacağım. En son Beyoğlu’nda Nublu’da çaldık, İstanbul Sessions’la, İlhan Erşahin’in ünlü grubu. Ondan önce İtalya’da çaldık. İtalya’dan önce Almanya’da çaldık, Köln’de. İtalya’da Torino’da çaldık, Köln’den önce İstanbul’da İlhan Koman’ın sergisinin açılışında çaldık. Ondan önce Fransa’da falan çalmışızdır... Ondan önce New York’da...

T: Kaç yıldır çalıyorsunuz?
İ: Kaç yıldır? 1972 doğumluyum. Altı yaşımdan beri müzik yapıyorum, vuruyorum, çalıyorum.
T: Bir tarafta müzik, öteki tarafta Natalia. Natalia’yla ne zaman, nerede, kaç yıl oldu tanışalı?
İ: Natalia’yla dört yıl.. Dört buçuk yıl önce! Ooo beş yıl önce, burda, Sultanahmet’te tanıştık. Abim de perküsyon sanatçısı, birgün bana İzzetciğim benim işim var sen gidip çalar mısın dedi. Orada Natalia’yla tanıştık. Sonra arkadaş olduk. Sonra o gitti Avustralya’ya... internette görüşmeye devam ettik, bana çiçeklerden, böceklerin kanatlarından bahsediyordu...
T: Peki Natalia sonra neler oldu?
N: Türkiye’de bir ay kaldım, sonra Avustralya’ya döndüm dokuz ay için. Ama yine dedim, tamam ben geleceğim buraya, ama ben biliyorum ki onunla aramızda bir şey var bizi bağlayan. Beni İstanbul’a çeken derin bir his, ben biliyorum onu, eminim o zaman.
T: Sonunda bir araya geldiniz, değil mi?
İ: Evet, kendi gruplarıyla tekrar geldiler buraya. Ben bir konser için Bulgaristan’a gitmiştim, dönmeden ona mesaj gönderdim görüşmek için ve döndüğümde görüşmeye başladık. Kıvılcım bir şeydi ama parladı.. sonra elini tuttum Natalia’nın, o da benimkini tutmuş oldu, ellerimizi bırakmadık bugüne kadar.

Tekin SonMez, Kasım 2010, İstanbul
Fotoğraflar; Feryal Özkale Sönmez

13 Eylül 2010 Pazartesi

Datça’da "Sokak Girişimi" ve Can Yücel; "Hayat ağır! Bu ağır hayatın içinden, şiirin çıktığını söylüyör." Güzel Yücel ile söyleşi; Beşinci yazı

Datça'dan bir rüzgar, rüzgar gibi esti savurdu geçti. Can Yücel de Datça'dan rüzgar gibi geçti.

Fakat izleri kaldı. Her yerde her zaman olmayan bir durum.

Rüzgar gibi geçmek ve iz bırakmak. Özellikle o toplumda. Can Yücel bunu nasıl başardı?

Güzel Yücel ile söyleşirken bunun ironik simgelerini görür gibi olursunuz.

Bir falaka şiiri için bakın neler oldu! Şöyle oldu..

Diyor ki Bayan Yücel 'bir arama tarama oldu orda da şarap bulundu ve falaka şiiri yazıldı.'

Hapishanede arama tarama olacak ve bir ozanın zulasında hem şarap hem de şiir çıkacak.

Bir de falaka! Bu da nereden çıktı! Ömer Seyfettin’in ‘falaka' adlı öyküsü mü?

Olur mu demeyin! Olur! Bakın olayların gelişimi rüzgar gibi oldu.

İşte böyle bir rüzgar geçti Datça'da.

Salt edebiyat ve şiir değildi.

Bir de çevre ve doğa ve sokak konusu vardı.

"Sokağın korunması" konusu.Buna da "olur mu" demeyin!

Sokağın korunması, sonunda şire ve ozanlara mı kaldı? İnsanlar ne günlere kaldı!

Sonunda Can Yücel'in şiirle yüklü omuzları üstünde kaldı sokağın korunması.

Bu sokağın, böyle olduğu gibi korunması konusu.. sonunda gündeme geldi.

"Bu sokağı sonsuza dek hep böyle görmek için," dedi Güzel Yücel.

Bir ironi değil. Bakın neler söyleniyor.

“Kültür denilen şeyin, yaşam denilen şeyin tekrar hatırlatılması adına...”

Böyle bir şeyin hatırlatılması... buna da olur mu demeyin!

Demek ki unutulan şeyler var! “..yaşam denilen şeyin tekrar hatırlatılması,” gerekiyor.

"Biz bu sene Datça’da Sokak Girişimi’ni kurduk," diyor Güzel Yücel.

Üstelik, salt günübirlik yaşam değil "kültür denilen şeyin tekrar hatırlatılması adına,' kurulmuş bir "Sokak Girişimi" var.

Demek ki adı Datça olan yerde, "unutulan şeyler" var!

"Babam öldüğünden beri, 11 yıldır burdayız.

"12 Agustosta hep beraberiz.

"Can Evi'yle, 'Can Taşı'yla devam ediyor yolculuğumuz.

"Burada sadece turizmin olması değil...

"Kültürün de olduğu, insanların oturabileceği bir yer olması için mücadele verdik.

"Başkan da sağolsun bizim yanımızda yer aldı," diyor.

Olayları orada bıraktık. Mikrofonu, Can Yücel’in davudi sesini hatırlayarak, hemen orada kızı Güzel Yücel’e verdik.

Güzel Yücel ile olan geçmişe yolculuğu birlikte izleyelim.

SORU: Sayın Güzel Yücel bize bir şeyler söylemek ister misiniz Can Yücel için? Nedir sizde kalan izlenimler? Nedir sizde bıraktığı duygular, giderken neler bıraktı?
YANIT: Babam bize, yaşadığın gibi iş yapmayı, iş yaptığın gibi yaşamayı, yani neyle ilgileniyorsan, ne hissediyorsan onu hissetmeyi, öyle davranmayı söyledi ve öyle yaptı.

SORU: Siz ve kardeşleriniz, Can Yücel ve Güler Yücel’in çocukları, şiir sizi de çekti mi?
YANIT: Hepimiz ayrı meslekleri seçtik biz, ayrı yerlere uçtuk. Ama burda buluşuyoruz ve her zaman bu mekana geldiğim zaman tekrardan o cesareti buluyorum ben. Sadece ben bulmuyorum, burdaki bir sürü insan aynı dokunuşu hissediyor...

SORU; Nedir sizde kalan izlenimler? Şair Can Yücel’i nasıl anımsayalım?
YANIT: Babam çok köklü bir aileden gelmiş bir insandı, fakat çok yalın bir insandı. Herşeyin ötesinde, bütün sadeliğiyle, o birikimi bilgeliğe dönüştürmüş bir şairdi. Sadece şair değil, resimden anlayan, doğadan anlayan, hayatı bir bütün olarak anlayan bir insandı ve cinselliğin içinden bir şiirin çıktığını söylerdi.

SORU: Şair Can Yücel ve şiir, neydi şiir onun için?
YANIT: Hayat ağır! Bir bütün olarak hayatın içinden şiirin çıktığını söylerdi. Bu ağırlığı hafifletecek olanın sanat olduğunu söylüyordu. Ama bu bayağılık değildi onun için, nefes almaydı, insani duyguları söyleyebilmeydi...

SORU: Başka bir yerde yaşıyor ve buraya da geliyorsunuz. Datça’da olmasını istemediğiniz şeyler var mı?
YANIT: Evet, biz de her yaz geliyoruz, Su’yla... işte.. annemle, burayı yaşatmaya, korumaya, bu sokağı da korumaya çalışıyoruz. Datça’yı da.. Turizm değil, kültürün korunmasını, insanca yaşamanın korunması için bu sıcaklarda Datça’da beraberiz.

SORU: Datça’da bir aile de var, geçmişi ile Can Yücel, Hasan Ali Yücel anlatır mısınız?
YANIT: Evet, Hasan Ali, Ali Kaptan.. Can.. böyle bir süreklilik arz eden bir aile. Ve burda babam bize her zaman, annem de öyle... bizim yapımıza uygun, hayatta nasıl mutlu olacağımızın yolunu gösterdi. Her zaman gelirlerdi sorarlardı, ‘bu sene ne yaptınız’ diye. Babam mesela benim denizle ilgilenmemi istedi, çünkü çok denize giriyordum, kayık vardı... ‘Güzel’ dedi ‘adam yetişmesi lazım’ dedi. Su resimle ilgilendi, onunla birlikte çalıştı.. ve hep bizden öğrenmeye çalışırlardı ne yaptığımızı... Babam çocuklara bakarak şöyle derdi: (devrimci çocuklar da gelirdi) yaptığınız işi iyi yapın, yaşamınıza geçirin onu. Bizi böyle yetiştirdi. Ben hala denizle uğraşıyorum, denizin kirliliğiyle, sulak alanların korunmasıyla.. Hasan Bey çalışmalarına devam ediyor. Su resimler yapıyor, Sulukule’de kadınlarla, çingenelerle...

SORU: Siz kitapların içine doğdunuz. İlk kitap.. Can Yücel ve kitaplar hatırlıyor musunuz?
YANIT: Kitaplar ve yani.. yatardık mesela, koynumuza alırdık biz kitap okurduk.

SORU: Sizin içinize sevinç veren ya da sizi tekrar o günlere götüren bir anı olsun mu burada?
YANIT: Şimdi.. babam hapishanede... babam Adana cezaevinde yatıyordu ve orada Adana cezaevinde yatarken bir falaka şiiri yazdı... şarap yapmayla ilgili...

SORU: Bu olaydan sonra, şiir yazma konusu devam edebildi mi cezaevinde? Ne anımsıyorsunuz?
YANIT: Şöyle oldu.. bir arama tarama oldu, orda da şarap bulundu ve falaka şiiri yazıldı ve ondan sonra babamın üzerinde hep şiir aradılar. Uyuşturucu gibi, silah gibi. O zaman biz babamın şiirlerini beklerdik, ne durumda diye. Ve onu hiç unutamıyorum. Yani 12 yaşındaydım, bir şiirin bu kadar yasaklanabileceğini, bu kadar.. çocukken.. merak ederdim.. bu kadar aynı kategoride, bir silahla uyuşturucuyla aynı ilişkiye sokulabileceğini.. hiç unutmuyorum.

SORU: 12 yaşındaydınız, 70’li yıllar mı?
YANIT: 72’ydi, ben 12 yaşındaydım, yani bu kadar bir baskı olabileceğini hissedemezsiniz çocukken ve bunun hakkaten o zaman, unutmuyorum, öyle dört gözle o şiirlerini beklerdik ve bunun nasıl hayatsal birşey olduğunu o zaman anlamıştım.

SORU: Sanatçılara ya da şairlere yazarlara, buraya gelenlere Can Yücel’in sözleri ile bir mesajınız var mı?
YANIT: Sanat hayattan kopamaz, hayatın içinden çıkan bir çılgınlıktır şiir ve bu çılgınlara ihtiyacımız var.

Sevgi içtenlik...

Tekin SonMez, 12 Ağustos 2010, Datça, Muğla
Foto: Feryal Özkale Sönmez

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Arı, arıcılık, Sarıkamış'tan Batı'ya nüfus hareketleri ve arıcı bir aile tarihine giriş... Soyaile Onur Büyüğü Sayın Keramettin Şenocak ile söyleşi

Bal! Bal etkin ve aktif olan nesnelerin başında gelir.

Arı ve arıcılık da bir meslek olarak insanlık tarihi ile başabaş ilerliyor.

Balın bir yerel tarihi, bir de uygarlık tarihi var.

Ayrıntılarla dolu bölge tarihi de bunun içindedir.

Doğa, çevre, insan; yerine göre toplumsal ve yerel yazılı anı dokümanları...

Sözle gelip kağıda dökülenler, sesli kayıtlar, fotoğraflar...

Tek tek bir çekirdek merkeze yakın bireylerin geride bıraktıkları dökümanlarla oluşur.

Her bireyde, yerel tarih ile ilgili veriler, bireylik anıları olmayabilir.

Fakat kimileyin aynı kişide farklı bir ayrıntı, bir arkaplan ögesiyle yerel tarih dokusu oluşturur.

Bir yanda aile tarihi ve öte yanda bireylerin tek tek tarihleri de sonunda bu toprakların tarihidir.

Soyaile onur büyüğü Sayın Keramettin Şenocak da bu örnekler içinde anılmalı.

Özel ve özgün bir üretim tekniği gerektiren ve seçkin bir ürün olan bal konusu, Soyaile açısından bir aile tarihidir.

Bu bölgenin belli bir evresi için, yerel tarihi onun söyleşileri ile kurma yolunda ilerliyoruz.

Soyaile onur büyüğü Sayın Keramettin Şenocak ile arı ve arıcılık konulu söyleşiyi Bünyan'da yaptık.

Evinin bahçesinde ona sorduk. Bir süre sözünü kesmeden onu ve bahçeyi izledik, o anlatısını sürdürdü.

Uzun süre arılardan söz etti. Arıların nasıl bir düzenle yaşadıklarını, hangi ilkeler doğrultusunda hareket ettiklerini ses tellerini serbest bırakarak ayrıntılarıyla ve zaman zaman çoşkuya kapılarak anlattı.

Bunları biraz olsun biliyordum fakat ayrıntılardaki keskin durumları işittikçe şaşkınlığım artıyordu.

Coruh Kanyonları ile bağlantısı olan Kars Platosu doğal yaylasal uzantı bu topraklarda bal üretimine uygun bir ortam yaratmış. Arılar bu ailenin hayatında nirengi noktası olmuş.

'Arılar üçe ayrılırlar,' derken, yüzüme baktı. Coşku içinde sürdürdü, kendisini tutamıyordu.

Solda Soğanlı Dağları eteklerinde Bardız'ı içine alan yerel ve toplumsal 1950 öncesi bir tarihtir bu anlatılar.
Şimdi bu söyleşiyi birlikte izleyelim.

Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez, Stockholm 4 Ağustos 2010

K; Arı diğer hayvanlara pek benzemeyen bir hayvan ailesi Tekinciğim. Belki birçok hayvan nesli ortadan kalkabilir ama arının neslinin ortadan kalkması mümkün değil. Şimdi öyle bir düzeni var ki arı ailesinde hem tam bir komünist düzen, sosyalizmden öteye bir komünist düzen, hem de tam bir demokratik düzen mevcut, bir aile olarak. Şimdi şöyle, arılarda, bir işçi arılar var, bir erkek arılar var bir de bir tane ana arı var. Tek bir ana arı. O ana arı, arı ailesinin yegane varlığı o. O ana olduğu zaman bir avuç arı da olsa, düşmana karşı, yabancı arılara karşı, baskınlara karşı kovanı koruyabiliyor. Ama o bir ana olmadığı zaman kovanın içi lebaleb arı olsa düşmana karşı kovanı koruyamıyorlar. O bir ana, eğer kovanda varsa onbinlerce arı görevini harfiyen yerine getiriyor. Eğer o bir ana kovanda yoksa bütün arılar yatıyor, çalışmıyorlar, bal getirmiyorlar...
T; Kovan ana arının elinde, böyle ise. Ana arı bu kadar önemli mi?
K; Kovana ana arı hükmediyor. Ama o işçi arılar da o ana arıyı istedikleri zaman öldürüyorlar, yeni bir ana arı yapıyorlar...
T; İşçi arılar ana arıyı öldürüyor, yeni bir ana arı yapıyorlar... Yeni bir ana arı mı seçiyorlar yani?
K; Ana arı seçiyor o işçi arılar. O işçi arılar, bal yemesinler diye mevsiminden sonra erkek arıları da öldürüyorlar. Kovana işçi arılar hakim, iğneleri var ya! Onlar hakim kovana. Ama o işçi arılar o bir tek ana arı olmadığında hiçbir şey ifade etmiyor, öyle bir sistemleri var.
T; Onların bir müzik sesi çıkardığı söylenir. Arılar da ezgi söyler mi?
K; Arı tabii evvela kendileriyle konuşuyorlar, bir yerde bir bal kaynağı buldukları zaman gelip haber veriyorlar. Bir arı gelip haber veriyor, bulduğu zaman, kuvvetli bir koku alma yetenekleri var, onbinlerce arı oraya bir saat geçmeden üşüşmüş oluyor. Onbinlerce arıya duyurmuş oluyor. Hareket ederek, kovanın içerisinde hareket ederek, oranın yönünü ve mesafesini gösteriyorlar. Ses çıkararak da o kaynağın ne olduğunu ifade ediyorlar.
T; Ezgili melodik bir ses çıkarıyorlar. Oğul verme sırasında nasıl ses çıkarıyorlar?
K; Arı her türlü müzik seslerini çıkarıyor. O müzik sesleri, yani 'do re mi fa sol la si do' seslerini çıkarırken bir şeyler ifade ediyor. Mesela; 'la' sesini döndüğü zaman çıkarıyor. Bal yüklü olduğu zaman 'la' sesiyle dönüyor. Bağa gideceği zaman 'si' sesi, kızdığı zaman 'mi'sesini çıkarıyor. Oğul vereceği zaman üreyeceği zaman 'do' sesini çıkarıyor. Bakın arıda böyle bir yetenek var.
T; Şimdi birkaç saptama yapalım. Şerif Dede arıcı mıydı? Bu arıcılık aileye nereden geliyor?
K; Arıcılığı ben anlatayım, Şerif Dedem'den kalan, bizim iptidai kovanlarımız vardı.. varmış daha doğrusu. Dedemin, iptidai kovanları varmış. Ama rahmetli amcam, Maksut amcam, askerliğini jandarma başçavusu olarak Posof’ta yaptı ve ordan terhis oldu. Zannediyorum ki 1908 - 1910 civarı doğumludur. Maksut amcam Posof’ta askerliğini Jandarma Başçavuşu olarak yaparken,Yusuf isminde birisi ile tanışıyor. Onun kızı Kabire ablamız, yengemiz daha doğrusu, onunla evleniyor. Yusuf efendi arıcı, fenni arıcı. Ruslarda fenni arıclık ileri. Makineleri, alet edavatları var. Osmanlı’da fenni arıcılık yok. Şimdi oradan fenni arıcılığı öğreniyor, Bardız’a geliyor orada fenni arıcılığı kuruyor.
T; Fakat babası Şerif Efendi de arıcı, kütük kovanlar ve arıları var.
K; Evet! İptidai kovanlar var, yarma kovanlar. Kütük kovanlar var, fenni kovan yok. Fenni kovanı Bardız'a ilk defa, yöreye amcam getiriyor. Ee tabii Babam marangozluğa yatkın, mükemmel, amcam da öyle. Marangozlukla arıcılık bir arada gidiyor. Çünkü malzemeyi yapmak lazım. İki bahçemiz var, bunlar arıları çoğaltıyorlar ve arıcılığa başlıyorlar.
T; İki kardeş Fettah ve Maksut...
K; İki kardeş. Ben gördüğüm zaman iki bahçede 350 - 400’er kovan vardı o zaman. Öyle olurdu ki günde 10 - 15 tane oğul verirdi, biz baş edemezdik. Günde 200 - 300 tane çerçeveyi çakardık, sabahleyin gider kovanlara verirdik, ertesi gün bir daha.
T; Bu bal nereye satılırdı?
K; Tonlarca bal üretirdik. Bu bal İstanbul Beyoğlu Balık Pazarı’nda Hasan Tunç isimli birisine giderdi. Belki kırk sene ona gitti.. biz onu kağnılarla Yeniköy tren istasyonuna götürürdük, oradan trene verirdik. Tren görütürdü istanbul’a.
T; Haydarpaşa’ya...
K; İşte nerde indirirse.. orada onlar alırdı. Süzme ve petek olarak tonlarca bal giderdi satılırdı. Babam da o balların paralarını, İstanbul’a gider, seyahat eder alırdı. Kalan paralarını adam avans gönderirdi. Önceden Fettah bey bu yıl gene ballar benim, fiyatına her kaç lira dersen, derdi. Tereyağı 35 kuruşsa bal 55 kuruştu, kilogramı. En son ben hatırlıyorum, biz 2,5 liradan verdik. Bak 55 kuruştu bal 2,5 liraya kadar çıktı.
T; Hangi yıldı o?
K; 1955’te.
T; 1955’te 2,5 lira oldu.
K; 2,5 liradan verdik.
T; Bu tarihten sonra arıcılığı bıraktınız mı?
K; Bu tarihten sonra ben, tabii askere gittim. Kardeşlerim devam ettiler. Ve yıllarca Hasan Tunç’a verdik balımızı. Çünkü o hepsi, ne varsa alırdı toptan parasını öderdi.

Değerli İzleyici,

Fettah Bey ve Maksut Bey ile yükselen modern arıcılık otuzlu yılların başlarına rastlar. Şerif Efendi ise geleneksel arcılığı yüz otuz, yüz kırk yıl önce 1800'lerin ortalarında yapmış bir aileden geliyor. Belki de çok daha eski, yüzyıllara dayanan bir gelenek temsilcisi bir ailenin çocukları, bu bölgede arıcılık tarihinin de kurucukarıdır. Keramettin Bey Şerif Efendi'den başlayan üçüncü kuşak temsilcisi.

Sayın Keramettin Şenocak rüyalarında da bu iki doğa parçası arasında yaşadı. Arı tutkusu, onun Batı rüyası peşinde koşmasına engel oldu.

Solda bu arıcılık öyküsünün tarih olduğu Soğanlı Yaylaları etekleri, Coruh Kanyonları.

Sağ alt köşede Keramettin Bey'in arıcılıkla son kırk yıllını geşirdiği pastoral Kayseri, Bünyan görüntüsü.

Sevgi içtenlik...
Tekin SonMez

Foto; Feryal Özkale Sönmez
Söyleşi; Temmuz 2008, Bünyan, Kayseri

Bakınız ;http://tekinsonmez.com/

25 Temmuz 2010 Pazar

Kapadokya'da entelektüel bir ütopyanın gerçekleşmesinde etkin aktif dört kişi, Filiz, Murat ve Ülkü, Levent ve kısa söyleşiler, 2. Bölüm; Üçüncü yazı

İşte böyle etkin ve aktif bir Kapadokya düşü ile yollardayız, Uçhisar’dayız yine! Öykümüzde dört kişi var, dördü de 1960'ların ilk yarısında doğmuşlar ve dördü de İstanbul'da büyümüşler.

Filiz, Ülkü, Murat ve Levent. Onları çok farklı bir kulvarda hızlı koşarken izliyoruz. Doğaçtan her şey!

Bu dörtlünün yanında Ülkü ve Levent ile başabaş beşinci sırada ve en önde onların kızları Doğa adında bir koşucu daha var. Bakın nereden nereye geldik!

Abla Filiz Hanım İtalyan, kardeşi Levent Bey İspanyol filolojisi mezunu, ikisi de 1989’den beri kokartlı rehber, abla ayrıca İngilizce, Japonca.. Levent Bey ayrıca Fransızca konuşuyor.

Bu ikiliden Levent Beyin eşi ekonomist Ülkü Hanım sayılar arasında koşuyor.

Abla Filiz Hanım’ın eşi Murat Bey, İngilizce, Japonca, Fransızca konuşuyor ve rehberlik yapıyor, öte yandan Kapadokya Meslek Yüksek Okulu Şarapçılık ve Bağcılık bölümünde öğretim görevlisi.. Galatasaray Lisesi ardılı Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji bölümünü 1989’da bitirmiş Murat Bey.

Kapadokya turizminde işte böyle bir ivme, yenilik ve değişim izliyoruz.
Bu dörtlüyü kısa söyleşi ile etkin aktif kameralarına davet ediyoruz.

Değerli İzleyici,

Burada nelerden söz ediyoruz! Kaliteli, etkin aktif insan kaynağı Kapadokya'yı seçti, diyoruz. Örneklerle biliyoruz ki, yabancı lise mezunları ülkemizde öğretim görevlisi olabiliyor. Gündemde yakıcı bir soru daha var! İyi de yerel tarihimizi de yabancılar mı yazacak?

İşte bu tür çalışmalarla bu satırların yazarı da iki kulvarda birden koşuyor. BİR; bu toprakların yerel tarihi yazılacak! İKİ; kaliteli insanlarla tanıtım/tanıma çalışmaları iki yönlü işler.
Çevre ve insan öyküleri yerel tarihi oluşturur.
Bakın bu kez nereden nereye!
Şöyle ki Kapadokya'da entelektüel bir ütopyanın gerçekleşmesinde etkin aktif dört kişi, Filiz, Murat ve Ülkü, Levent dörtlüsü ile söyleşi yapmak ve onları sizlere de tanıtmak üzere karşınıza geldik.

Kapadokya'da Uçhisar, işte böyle bir güç birliği ile yola çıkan bir kaliteye tanık oluyor. Daha önce bir bölümü (http://cappadociatekinsonmez.blogspot.com/) yayınlanan söyleşinin devamı için onlara mikrofunu uzatıyoruz.

Murat Bey bu kez söyleşinin merkezinde. Çünkü söyeşide üzüm, asma dalı, bağcılık ve şarap var. Bunlar olmadan Kapadokya nasıl yerli yerine oturacak. Diyorum ki, ‘Şarap ilginiz, nereden nasıl geldi Murat Bey? Kaç yıl oldu bu merak?

Diyor ki; ‘10 yıl önce şarapla ilgili araştırmalarım ve etüdlerim başladı. Aşağı yukarı işte 10 yıldır şarap turizmi yapıyorum. Valla birden gelişti, bunun zaten, şarabın virüs olduğunu söylerlerdi, hani bir girdi mi çıkmayan, birdenbire öyle gelişti, birkaç yayın okurken, yurt dışında bazı yayınları okurken, Türkiye’de malumunuz pek yayın yok bu konuda, işte Gusto diye bir dergi var, bir tek o çıkıyor, on yıldır falan, onun haricinde bir şey yok, yurt dışında Fransa’da Fransızca birtakım yayınları okurken birden gelişti, öyle birden girdi..’

Murat Bey’in yabancı dergilerde bağcılık ve şarapçılık konusunda yayınlanan makaleleri olduğunu da öğreniyoruz. Şarapçılık konusunda bölgede üstat sayılan Sayın Murat Yankı şarap ve üzüm tarihi konusunda dopdulu. Fakat onunla şarap içmek kısmet olmadı! Bu nedenle ne tür şarap seçer kopye veremiyorum. Kendi bağından derlediği üzümlerle şarap damıttığını eşi söyledi, bu kadarını biliyorum.

Fakat eşi Filiz Hanım çok özel kurabiyeler yaptı, ağızda kum gibi ergiyen gevrek tadına hayran kaldım. Filiz Hanım İtalyan filolojisi mezunu olmak, İngilizce ve Japonca koşmak gibi becerilerinin yanına bir de yemek kültürünü, ağız tadını modern ölçütlere vurmak alışkanlığı edinmiş. Durmadan yemek deneyimleri yapıyor, mutfağı bir laboratuar.

Yurt dışından gelen turistlere istenirse tek tek istenirse gruplarla birlikte mutfağa girmek gibi programlar da yapmış. Bazı acentalardan gelen önerilerle turist gruplara yemek dersi veriyor, yedirip içiriyor. Bu yedirme ritüeli sırasında, istenirse Murat Bey şarap kültü katıyor bu törene.

Böylece bu dörtlünün nasıl yüksek bir kalite çıtası ile Uçhisar’a geldiklerini de izliyoruz.

Soruyorum, ‘Filiz Hanım, bu nasıl bir duygu, size bakınca iştahlı bir insan olmadığınızı görüyorum. Kimin için böyle bir merak ortaya çıktı? Ne oldu size, anneniz mi yoksa bir gurme cini mi sürükledi mutfağa sizi?'

Filiz Hanım diyor ki; ‘Aslında hiçbir zaman annemle mutfağa girmedim. Ortaokul ve lisede ders çalışırken, Levent bilir, mutfağa girerdim. Bir bakarsınız ben tatlı yağdırıyorum, işte kek, yemek falan yapıyorum. Yemezdim, yedirmeyi seviyorum. Evlenmeden önce bir tas salata yapardım.. bekar da yaşadım, Levent’le birlikte de yaşadık İstanbul’da. Sonra o bir dönem burs kazandı İspanya’ya gitti, ben yalnız kaldığım dönemde.. bana otu verin, yani herhangi bir.. zeytinyağını, biraz nar ekşisi falan işte, limon suyu tamam, benim en güzel yemeğim. Fakat evlendikten sonra, eşim sevdiği için, eşim olduğu zaman evde yemeğimi yaparım.’

Levent Bey; ‘İnsanları toplamak için en iyi çözüm yemek yapmak. Artık temalı yemeklere başlıyoruz mesela Japon yemekleri, Japon gecesi, İtalyan gecesi,’ diyor.

‘Öyle oluyor ki,’ diye söze giriyor Filiz Hanım, ‘arkadaşlar Filiz, yeni bir deneme yok mu diyorlar.. artık yani o hale geldi. İşte yemek kurslarına gittim yıllarca İtalya’da, İstanbul’da. Şimdi burda yemek kursu yapıyorum yabancılara. Hemen hemen her şeyi pişiriyor yeni denemeler yapıyorum.’



Levent Bey söze giriyor; ‘Alışveriş yapıyorlar, ön hazırlıklar birlikte yapılıyor. Kurs, biraz böyle daha çok gastronomi üzerine. Şarapla birlikte düşündük, daha sonra yemek kursunda karar kıldık. Örneğin yemek dolmadır, dolmanın nasıl yapıldığıyla ilgili alışveriş yapılacak sonra buraya gelinecek, hep birlikte mutfak içerisinde denetmen, öğretmen eşliğinde kendileri yapacaklar ve kendi yaptıkları yemeği yiyecekler.’


Filiz Hanım diyor ki; ‘Geçende iki Amerikalı geldi, birlikte alışveriş yaptık, ondan sonra mutfakta başladık, hem sohbet, hem yemek. Yemeği birlikte pişireceğiz... Tabii, şimdi bizde kalan misafirler olabilir, otelde veya dışardan isteyenler ve bu da sınırlı sayıda, iki kişi olabilir, ama sekiz kişilik kurs hazırladık,’

Diyorum ki Levent Bey; ‘Bunun saat başı ya da günlük bir ödemesi mi olacak?’

‘Kişi başına bir ödeme, yarım günlük bir tur, sabah veya öğleden sonra,’ diye yanıt veriyor Levent Bey.

‘İyi de bir şarap konusu da var,’ diyorum. Murat Bey ile bu konuyu biraz işleyelim. Yemek için gelen turistlere biraz da şarap anlatısı yapacak mısınız? Örnegin üzüm göçü, diye bir konu var Murat Bey’de! Anadolu’dan İtalya’ya giden bağcılık, şarapçılık tarihi gibi bir şey!’

Murat Bey; ‘Üzüm göçü, yani Türkiye’den üzüm göçü anlamında bir şeyi, böyle hızlı İtalyanca bir dergi var, her ay alıyorum, ona böyle bir bakarken... evet, ben İtalyanca’yı sonradan öğrendim, şarap için öğrendim İtalyancayı, şarabı İtalya’da okudum... ondan sonra, okurken birdenbire Merzifon gözüme çarptı, allah allah dedim İtalyan dergisinde Merzifon falan.. sonra aradım buldum orda şey yazıyor, Truva savaşı sırasında Marzemino diye bir üzümün, aslında Merzifon adından geldiği... Truva savaşına katılan ve Yunanlılara karşı Truva'ya yardım eden Patlagumyalılar yani Merzifonlular o zaman geri dönemiyorlar ve göçle gidiyorlar İtalya'nın kuzeyine kadar ve şu anda Alplerin eteklerindeler.’

Değerli izleyici,

Bu dörtlünün ekonomi vitesi ve artı eksi yönünde koşan dörtlünün mali yönetimi, Levent Bey’in eşi ve Doğa’nın annesi, Ülkü Hanım’ın ellerinde.

Diyorum ki; ‘Ülkü Hanım siz rehber değilsiniz! Nasıl oldu, bu güzel rüzgara kalbinizle mi yakalandınız yoksa?’

Diyor ki; ‘Ben buraya gelene kadar, daha doğrusu Levent’le evlenene kadar turizmle hiçbir ilgim yoktu. Turist olarak geziyordum. Ekonomi okudum, satış ve pazarlama müdürlüğü yapıyordum reel sektörde. Beş sene kadar önce bıraktım, burada turizmci oldum.’

Son olarak diyorum ki; ‘Çok sayıda konuk turist var ve bunların bazıları Japonca, bazıları İtalyanca, bazıları Fransızca ya İngilizce yemek isteyecekler. Hepsi de aynı günde ve aynı saatte, mutfağa girecek ve terasta aynı saatte pişirdiklerini yiyecekler. İyi de siz bu kadar yoğun bir trafiği, sadece Filiz Hanım’ın mutfak becerisi ile karşılayabilecek misiniz?

Filiz Hanım gülerek yanıt veriyor; ‘Levent de mutfakta başarılıdır, çok güzel yemekler yapar o da. Hatta biz bazen abla kardeş gireriz, hadi şunu yapalım hadi bunu yapalım falan filan.. böyle gireriz mutfağa.’

Levent Bey söz alıyor; ‘İnsanlar farklı şeyler arıyor, aslında bunlar çok ön plana çıkacak olan şeyler.’

‘Tatmin ediyor mu ekonomik açıdan, bunca zahmet.. o insanlarla uğraşmak,’ diye tuhaf bir soru atıyorum ortaya. Bu soruya şaşıyorum!

Levent Bey diyor ki; ‘Şimdi açıkcası burayı açtık, üç beş ay falan oldu, yani sonunda ekonomik olarak tabii tatmin etmiyor.. ama insan.. inanın bize, insanlar geldiği zaman, eğendikleri zaman, bir de teşekkür ettikleri zaman.. yorgunluk kalmıyor.. yani bizi çok çok takdir ettiklerine inanıyorsunuz, yani herşey, para falan ikinci planda kalıyor.’

Değerli İzleyici,

Görüldüğü gibi bu doğaçtan, içtenlikli ve içerikli söyleşi böyle saatlerce sürebilir.

Hele konu bir de üzüm kütüğü, şarap kültü tarihi ve yeni denenen yeme içme kültürü konularına gelirse...

En iyisi siz de bu tören gibi olan yemek kurslarına katılın ve Şıra'nın teraslarında Kapadokya doğasına doya doya bakın ve hayranlığınızı kendinizden bile gizlemeyin!

Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez, Stockholm, 25 Temmuz 2010
Fotoğraflar: Feryal Özkale Sönmez, Aralık, 2009 Uçhisar, Nevşehir

Bu söyleşinin ilk bölümü için
(http://tekinsonmez.com/)
ve
http://cappadociatekinsonmez.blogspot.com/
bakınız.

19 Temmuz 2010 Pazartesi

Datça’yı bir ‘Huzur Kent’ yapmak isteyen bir belediye başkanı, masal masal içinde bugün etkin aktif sunumda. Sayın Tokcan ile söyleşi; İkinci yazı

Datça'da aktif etkin ve özgün bir çocuk şenliği yapıldı beş altı hafta önce.

Birkaç bin çocuk, çocukluklarını doya doya yaşadılar; anne ve babalar mutlu oldu.

Çocuğu sevinçle dolup taşan hangi anne ve baba mutlu olmaz!

Datça ile ilgili masallar canlandırıldı. Şöyle ki bir masal kahramanı ortaya çıktı bu anlatılarda.

Bu masalda bakın ne var! Datça’yı bir ‘Huzur Kent’ yapmak isteyen bir belediye başkanı...

Çocuk şenliği etkinliğine bakarak, diyorum ki Yarımada’nın çocukları...

Çocuklar etkin bir üretim dinamiği yakalamışlar.

İçlerinde, yarının belediye başkanları, kaymakamları, ressamları...

Yarının öğretmenleri, yazarları ve gazetecileri, yarının büyükelçileri, başbakanı bile bugün burada aramızda olabilir?

Neden olmasın? Geleneksel kültürü koruyan fakat değişen yeni insanla şenlikler kültürü ile de aktif bir belediye burası!

Belediye’nin sunduğu olanaklar.. köylerden de çocuklar var, okul, sünnet, sonra düğün.. büyük bir yarımada burası.

Büyük kentlerde kıstırılmış olan insanlara doğa coşkusu ile temiz bir çevrede soluk alıp verme fırsatı yaratmak isteyen bir Belediye Başkanı var.

Bu masalda başka şeyler de var evet!

Datça’da Köy Enstitüsü mezunu öğretmen bir babanın oğlu. Masalda bu da var!

İşte bir masal daha! Bu söyleşi sürerken, çocuk şenliği de yoğun bir program çerçevesinde sürüyor.

Hemen her yanımızda masalar, masalar.. çocuklar çocuklar.. özellikle boyama, resim takımları ile dolu nereye baksak.. dahası çocuklar ilgiyle çok ciddi bir ilgiyle resim yapıyorlar ve dışarıdan katılanlar da var.. bazı çocukların yüzlerinde çiçekler açıyor.

Durmadan daha renkli daha canlı fotoğraflar çekiyoruz.

Her yerden pembeler maviler fışkırıyor neredeyse. Bu denli renk coşkusu başka yerde görmedik, nasıl oldu bu, bir masal rüya sanki.

Balonlarla şenlikli ve topaçların fıldır fıldır döndüğü parkta ve evet çocukların masalarda boyama yaparak yaratıcı düş peşinde koştukları bu parkta, daha doğrusu Datça’da ne yapmak istiyorsunuz, diye aynı soruyu... evet!

Evet, Datça Belediye Başkanı Sayın Şener Tokcan’a da soruyorum...

Sayın Tokcan diyor ki; “Rüyamız vardı.. şöyle vardı, Datça’ya Kaymakam olursak, başkan olursak, en yetkili kişi olursak Datça’da evet... Datça’yı dünyaya açmak, tanıtmak gibi bir düşümüz oldu. Küçüklüğümüzde.. işte ben buranın en büyüğü olsam gibi, en yetkilisi olsam gibi bir hayal kurduk. O günkü durumda Datça’ya hizmet etmek için düşler kurduk. Datça’nın tanıtımına katkıda bulunmak için…

Sayın Başkan diyorum, 'Simbat’ın masalı gibi bir şey. Ya da Alaattin'in lambası!'
‘Buranın en büyüğü en yetkilisi olsam gibi bir hayal kurduk,’ dediniz. Fakat bu oldu! Şimdi ne istiyorsunuz?

‘Benim hayalimde böyle bir hedef yoktu. Hedef Datça idi. Açık konuşmak gerekirse Yarımadamız’ın tanıtımını istiyoruz. Datça’yı insan profili olarak, kent profili olarak en iyi duruma getirmek hedefimiz. Datça'nın insanlarıyla, sokaklarıyla rahatça yaşanabilir olması hedefimizdir. Modern, hiç kimsenin kimseyi rahatsız etmeyeceği bir kent.

Datça için Belediye Başkanlığı işte, böyle bir düşünüz, böyle bir rüyanız vardı. Ya modern bir kentte çevre sorunları.. düşünüz, bu yok mu?

Başkan Sayın Tokcan, diyor ki, Tekin Bey, bu ilginiz bizim motivasyonumuzu artırıyor, çok teşekkür ederim. En hassas olduğumuz konu budur. Çevre! Çünkü çevre kirliliği, görüntü kirliliği, ses kirliliği olur.. bunlar bizim üzerinde hassasiyetle durduğumuz konular. Biz şunu söylüyoruz hiç kimsenin müziği yanındaki kişiyi rahatsız etmemeli. Bunlar belli bir volumde olacak. Biz bu konuyu anlatarak bir yere vardık. Her insanın bir seçme hakkı olacak. Her türlü çevresel kirlilik, gürültü kirliliği bizim için önemlidir. Huzur kent yapmak istiyorum ben burayı Tekin Bey...

‘SORU; Düşünüzde köylerden çocuklar var mı? Okul, sünnet, düğün.. büyük bir yarımada burası. Tüm Yarımada’da bu çocuk şenliği gibi şenlikler yapılabilir mi düşünüzde?

YANIT; Tekin Bey, belediye başkanının sorumluluk alanı belediye sınırları. Bu sınırlar içinde oluşan, varolan kültürü, geleneği öncelikle korumak.. fakat benim ilgi alanım bütün Yarımada. Sonuç olarak bizimle köyler arasında bazen ekonomik, bazen turizm, bazen kültürel ama her alandaki bağları güçlendirmek bizim hedefimiz. Çünkü burası, Datça tek başına yeterli değil. Ben Yarımada’da olan her olayla ilgileniyorum. Orada bir sünnet varsa, orada bir düğün varsa, orada bir hastalık varsa biz oradayız ve köylülerimizin yanındayız.


SORU; Köylülerin kendileri için olan ekolojik tarım ürünlerine pazar açma, onları tüketici ile buluşturma konusu da var mı?

YANIT; Var! Var, köylülerimizin ürünlerinin pazara getirilmesi konusu.. bizim haftada iki gün sadece üreticilerin yer aldığı pazarımız vardır. Artı, çok yakında sadece evlerde kadınlarımızın ürettiği, ördüğü şalı, başörtüsünü, iğne oyasını sergileyecekleri, satacakları yer yapacağız. Yeni bir sokak açıyoruz kadın el sanatlarına ve sadece ev kadını olacak bu pazara katılanlar. Ekolojik tarıma gelince.. bizim Kent Konseyi Başkanı arkadaşımız Orhan Bey, dernekler.. sivil toplum kuruluşları bu konudaki boşluğu doldurmaya çalışıyor.

SORU; Sayın Şener Tokcan, çevreci bir başkanla karşı karşıyayız..Datça adına.. dünyanın işitmesini istediğiniz bir mesajınız var mı? Nedir?

YANIT; Evet! Bütün dünyayı Datça’ya bekliyoruz. Uygarlık görsünler burda, temizlik.. burada doğa görecekler bu bir şanstır. Dünyadaki insanları ikiye ayırıyoruz. Datça’yı görenlerle görmeyenler diye bir tanım var. Gelsinler görsünler.





'1949’da Datça İlçesi'ne bağlı Mesudiye Köyünde doğdum, diyor, masal kahramanı. '1966 yılında İstanbul’a gittim, 1970’de üniversiteyi bitirdim. 68 kuşağındanım,’ diyor masaldaki kişi Sayın Tokcan. 'TRT’de uzun yıllar çalıştığını, medya kulvarlarından geldiğini,' söylüyor. Emekli olunca Datça’ya daha sık uğramış ve sonunda Datça'yı dünyaya tanıtımda görev almaya hazırlamış kendisini.

Datça Belediye Başkanı, Sayın Tokcan ile söyleşi burada sona erdi. Masal burada sona ermiyor! Masallar dil coğrafyası kalıtı olarak yüzlerce yıl, o dil ölünceye dek sürer. Bir de çocuklar masal kahramanları yaratmaya başlamışsa, kimseler durduramaz o dili ve o masalları...

Değerli İzleyici,

Başkan Sayın Tokcan ile bir üstteki fotoğrafta yan yana gördüğümüz, bir başka masal kahramanı Sayın Orhan Keskinsoy da burada. Datça Kent Konseyi Başkanı ve Tüketici Hakları Derneği Başkanı ki onun parmak izlerini de bu şenlikte görebiliyoruz, onunla olan söyleşiyi dinlendiriyoruz.

Çocuk müzesi çalışmaları ile bu şenliğe canlılık katan, etkin aktif lokomotif olan grubun başkanı, bir masal kahramanı da Sayın Necla Ülkü Kuglin! Onunla da söyleşi yaptım (http://kentinsanolay.blogspot.com) ayrıca özellikle de sordum.

'Bravo doğrusu,' dedim. 'Datça'da gördüğüm bir masal evet, fakat bu masal nasıl masal,' dedim.

'Çocuklar mı masal kahramanı, yoksa masallar mı henüz çocuk?'

Dedi ki, 'Tekin Bey, Almanya’da Mannheim kentinde de bunları yirmi beş yıl önce, kitaplarla dolu bir odada, senin de bulunduğun, Ayşegül’ün, Sevi’nin, Jörg Kuglin’in, İnci ve Umut'un da bulunduğu uzun bir masanın çevresinde oturarak günlerce konuşmuştuk…'

Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez, 30 Mayıs 2010, Datça, Muğla

Fotoğraflar; Feryal Özkale Sönmez, 30 Mayıs 2010, Datça, Muğla